19 Temmuz 2015 Pazar

İngiltere'nin Hayalini Kurduğu Proje - Büyük Ermenistan Kopyası


             Milleti Sadıka... Böyle demişti Osmanlı onlar için. Türkler tarihte birçok devlet kurup yönetmiş, birçok milletle iç içe yaşamıştı. Fakat bu milletlerden belki de sadece Ermeniler, Türkler ilehiçbir sorun yaşamamış olanıydı. Ta ki 93 Harbi olarak da bildiğimiz 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar.

 

             Rusya, tarihte sürekli boğazları ele geçirip sıcak denizlere inmeyi planlıyorlardı. Çünkü boğazların deniz ticaretinde yeri çok büyük olduğunu biliyorduİngiltere ise kendi sömürgelerine giden yolun Osmanlı topraklarından geçtiğinden ve Ortadoğu’da da zengin petrol kaynaklarınınmevcut olduğunu bildiğinden Osmanlı toprakları üzerinde planlar yapmaya başlamıştı. Osmanlı’ya bulunduğu zor durumdan çıkmasına yardımcı olması için verdiği borçların yüksek faizleri Osmanlı’yı daha da yaralamaktaydı. Tanzimat ve Islahat Ferman’larıyla da Osmanlı üzerindeki etnik ayrıştırmanın kıpırtıları başlamıştı. Osmanlı’yı paylaşmak için 19.yüzyıl itibariyle emperyalistler kolları sıvamıştı.

 

                19. yüzyılın son çeyreğine girerken doğuda Kafkasların büyük çoğunlu Ruslar tarafındanişgal etmiş durumdaydı. Haliyle burada da kendi çıkarlarına alet olabilecek en elverişli toplum Ermeniler idi. 1870’lerden itibaren de Ermenilere karşı kışkırtmaları başlamıştı. Bu duruma İngiltere önceleri sessiz kalsa da daha sonra kendi çıkarları gereği müdahil olmuştur.

 

             93 Harbi ile Osmanlı’yı büyük bir bozguna uğratıp Ayastefanos’a (İstanbul Yeşilköy) kadar gelen Ruslar büyük bir fırsat yakalamışlardı. Osmanlı’nın ateşkes çağrısını kabul ederek imzalanan antlaşmayla Ermeniler üzerinde hak sahibi olmuşlardı. (Ayastefanos Antlaşması 16.maddesi) Aynı zamanda Ruslar bu antlaşmayla Osmanlı’nın Balkan topraklarını ele geçirmiş adeta Balkanlar’da tek güç haline gelmiş ve doğudaki topraklarının bir kısmını daha işgal etmişti. 

 

             Ancak Ruslar’ın bu kadar çok toprağı ele geçirmesinden rahatsız olan İngiltere, Fransa ve Almanya yeni bir antlaşma yaparak Ruslar’ın bu ilerleyişine bir dur demek isterler ve bunun sonucunda da Berlin’de bir kongre düzenlenir. Bu kongre Alman İmparatoru Otto von Bismarck’ın başkanlığında ve İngiltere, Avusturya-Macaristan, Osmanlı, Rusya ve Fransa’nın katılımlarıylagerçekleştirilir. Büyük oranda da Almanya, Fransa ve İngiltere’nin istekleri gerçekleşir. Ruslar Balkanlar’dan çekilir ve işgal ettiği topraklarda düzenleme yapılır. (13 Temmuz 1878)

 

             Fakat burada yapılan Berlin Antlaşması’nın bir önemi daha vardır. Ermeni Meselesi ilk kez uluslararası alanda gündeme gelmiştir. Antlaşmanın 61. Maddesine göre Ermeniler’e ayrıcalıklı haklar tanıyordu. Bu madde: “Bab-ı Ali, Ermeniler’in oturdukları vilayetten mahalli şartları dolayısıyla muhtaç oldukları ıslahat ve düzenlemeleri gecikmeden yapmayı ve Kürtler ile Çerkesler’e karşı emniyet ve huzurlarını korumayı taahhüt eder ve bu konuda alacağı tedbirleri sırası geldikçe devletlere tebliğ edeceğinden adı geçen devletler de bu tedbirlerin tatbikine nezaret edeceklerdir.

   

             Bu antlaşmayla birlikte Ermeniler hiç vakit kaybetmeden örgütlenmeye başlarlar1878 yılında Van’da Kara Haç Cemiyeti (Rusya desteğiyle), 1881 yılında Erzurum’da Anavatan Müdafileri (Rusya desteğiyle), 1885 yılında Van’da İhtilalci Armenakan Partisi (Rusya desteğiyle), 1887 yılında İsviçre Cenevre’de Hınçaksutyun Cemiyeti (İngiltere ve Fransa desteğiyle) ve Hınçaklar’ın içerisinden ayrılan bir grup tarafından 1890 yılında Tiflis’te Taşnaksutyun Cemiyeti kurulur. 

 

Burada dikkat çekmemiz gereken en önemli nokta şudur ki; bu cemiyetlerin her birinin amacı bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmak. Elbette bunların hepsi emperyalist devletler tarafından silahlı bir şekilde örgütlendirilirler. 

 

             Ancak aralarından Hınçak ve Taşnak Cemiyetleri ayakta kalabilir ve eylemlerine devam edebilir. Özellikle İngiltere’nin Liberal Parti’yle iktidara gelen Türk şmanı Başbakanı William Ewart Gladstone, ölümüne kadar adeta Ermeni avukatlığı yapmış ve bizzat da desteklemiştir. Hatta Yozgat ayaklanmasında ele geçirilen tedhiş (korkutma) örgütü üyeleri, sorgulamalar sırasında şöyle bir itirafta bulunmuştu: “Gladstone bize kan dökülmez ise müdahale edemeyiz, kan dökün ki işe karışalım’ dedi.

 

            Ermeniler’in Osmanlı’ya karşı ayaklanmasına tam destek veren Gladstone, 85. yaş günü nedeniyle Hawarden’da bir kilisede düzenlenen ve Hınçak Cemiyeti’nin Paris heyetinin de katıldığıtoplantıda yaptığı açıklamada şöyle bir ifade kullanmıştır: “Bu lanet kitabın (Kuran-ı Kerim) takipçileri oldukça Avrupa’ya barış gelmeyecektir”. Bu cümlesinden sonra kendisine Türk-Müslüman düşmanı ünvanı verilmiştir. 

 

              Hızlı bir şekilde emperyal desteğiyle örgütlenen Ermeniler ilk isyanı 1890’da Erzurum’da başlatır. İngiltere, Büyük Harp’in başlangıcında İskenderun Körfezi’nden çıkarma yapmayı hedeflediklerinden, o bölgeyi zayıflatmak adına Anadolu’daki Ermeni çeteleri silahlandırır. Bunun ardından Adana olayları, Yozgat olayları gibi büyük çapta isyanlar gerçekleşir. Fakat en vahşi ve çok sayıda kayıp verdiğimiz isyanlar 1.Dünya Savaşı sırasında gerçekleşir. İzmit, Van, Muş, Bitlis, Erzincan, Kars ve çevresi, Bayburt, Trabzon ve çevresi, Iğdır, Sivas ve çevresinde gerçekleştirilen isyanlarda köyler yağmalanır, kimsesiz çocuklar vahşice katledilir, insanlar camilere diri diri doldurulup yakılır, haneler yakılır. Osmanlı arşiv belgelerine göre bu katliamlarda öldürülen Türk sayısı 523.000’dir. 

 

              Hem Büyük Harp’ten dolayı ordunun cephede bulunması hem de halkın bu isyanlara karşı koyacak gücünün olamayışı nedeniyle dönemin Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Talat Bey tarafından hükümete bir yasa teklifi sunulur. Bu yasaya göre Ermeniler bulundukları şehirlerden tehcir (göç, sevk) edileceklerdi. Bu yasa 27 Mayıs 1915 tarihinde çıkarılmıştır ancak tedbir kararı, yasa çıkmadan yani 24 Nisan 1915 günü valiliklere gönderilmiştir. 

 

               Yine dönemin Dahiliye Nezareti belgelerine göre tehcir edilen Ermeni nüfusu 924.158’dir.Ancak tabi yıllardır fırsat kollayan emperyalist devletler bu durumu fırsata çevirmek için harekete geçerler. Tehcir sırasında gerçekleşen karşılıklı katliamları, sanki Türkler masum Ermeniler’i katlediyorlarmış gibi göstermeye çalışıyorlardı. Adeta bir “Türkler Ermeniler’e soykırım yaptı” kampanyası başlatılmıştır. İngilizler ‘Mavi Kitap’ adı altında bir kara propaganda yapmak amacıyla kitap bastırıp dağıtmıştır. İçi tamamen yalanlarla dolu olan bu kitap Türkler’in Ermeniler’e soykırım’ yaptığı anlatılıyordu. 

 

              Bunların ardı arkası kesilmeyecekti. Yalanın ve iftiranın sonu gelmeyecekti. Amaç tamamen algı oluşturup “Türkler soykırım yaptıya”getirmekti. Zaten seneler boyunca bunun için uğraşşlardı. 

 

              Osmanlı'nın 1.Dünya Savaşı'nı kaybetmesiyle birlikte İttihat Ve Terakki Partisi de dağılmış ve önder kadrosu da yurt dışına gitmişlerdir. Ancak gitmeyip kalanlar da Divan-ı Harp Mahkemeleri’nde yargılanmış veya Malta’ya sürgüne gönderilmişlerdir. Tabiki bu yargılamaları ve sürgünleri belirleyen işgal kuvveti İngilizlerdir. Amaç vatansever bürokrat, devlet adamı ve askerleri tasfiye edip devletin paylaşımını kolaylaştırmaktı.

 

              İngiliz işgal kuvvetleri tutuklanmasını istedikleri isimleri listeler halinde hükümete sunup tutuklattırıyorlardı. Yozgat’taki Ermeni isyanları sırasında dönemin Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey de tutuklananlar arasındaydı. Tutuklamalar kısa sürede 200’e ulaşırken tutuklananlar da BekirağaBölüğü’ne gönderiliyorlardı. 

 

            Yaklaşık 2 ay süren yargılamalar 7 Nisan 1919’da sona erdi. Üyelerini işgal kuvvetleri tarafından belirlenen ve özellikle de Ermeniler’den oluşturulan Divan-ı Harp Mahkemesi’nin adalettenyoksun ve insafsızca verdiğkararı idamdı. Mahkeme, Kaymakam Kemal Bey’i tehcir sırasında suistimal ve Ermeniler’in öldürülmesi olaylarında gevşeklik gösterdiği gerekçesiyle Beyazıt Meydanı’nda idam etti

 

             Yine İngilizler tarafından gerçekleştirilen bir başka yargılama da Malta yargılamasıdır. 157Türk’ün tutuklanıp Malta’ya götürüldüğü davada tutuklular Mondros Mütarekesine uymamak (9 kişi), İngiliz esirlere kötü davranmak (18 kişi), Türkiye’deki ve Güney Kafkasya’daki Ermenilere kırımyapmak, Türkiye ristiyanlarına zorbalık etmekle (130 kişi) suçlanıyorlardı.  Fakat davada İngilizler açısından çok büyük bir sorun vardır: KANIT!

 

              İngiliz Kraliyet Başsavcısı ısrarla somut kanıtların bulunmasını defalarca tekrarlar. Çünküintikam duygusuyla sorgusuz sualsiz yapılmış tutuklamalar ve üçüncü ağızdan anlatımlarla hiçbir suçlamanın kanıtlanamayacağının farkındadır. 

 

            Uzun çabalar sonuç vermez ve İngiliz Kraliyet Başsavcısı, eldeki belge ve bilgilerin suçlamalar için hukuk mahkemesinde kanıt değeri taşımayacağını, dolayısıyla da suçlamaların inandırıcı kanıtlarla desteklenmesine kadar kimsenin bir hukuk mahkemesi önünde cezalandırılmasının güvencesinin verilemeyeceğini belirterek dosyayı kapatır ve dava açılmaz. 

 

            Lord Curzon 27 Eylül 1921’de İstanbula’a, Yüksek Komiser Sir Rumbolt’a bir telgraf çeker ve “Anadolu’daki İngilizlerin salınması halinde Malta’daki tüm Türkler’in serbest bırakılacağını söyler. Ankara ile Londra, esir değişiminin bu koşullarda, Sevr Antlaşması’nın yaptırım hükümlerinin geri çekilmesi karşılığında İnebolu’da yapılması konusunda uzlaşır. 25 Ekim’de gemiye binen Türkler, 31 Ekim günü İnebolu’ya varırlar. İngiliz esirlerse 2 Kasım 1921’de işgal altındaki İstanbul’a gönderilir.

 

            Sürgünde bulunan Talat Paşa, Cemal Paşa ve Bahattin Şakir gibi İttihatçılar da maalesef Ermeniler tarafından suikaste uğrarlar. Almanya’da evinin önünde uğradığı silahlı sonucu hayatını kaybeden İttihat ve Terakki Partisi’nin önderi Talat Paşa’nın katili ne yazık ki göstermelik bir mahkemede göstermelik bir cezayla kurtulur. Zaten emperyalist bir projede, o projenin elemanlarının ağır ceza almalarını da bekleyemeyiz. Aynı şekilde İttihat ve Terakki Partisi’nin önder kadrosunda yer alan, Doğu Cephesinde dondurucu soğukta Ruslara karşı vatan mücadelesi veren Teşkilatı Mahsusa mensubu Dr. Bahattin Şakir de Almanya’da bir Ermeni tarafından suikaste uğrayıp hayatını kaybetmiştir. Yine İttihat ve Terakki Partisi’nin önderlerinden 4.Ordu Komutanı ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa da yaverleriyle birlikte Tiflis’te suikaste uğramışlardır. 

 

Yaşanan onca olaydan, isyandan, katliamlardan, yargılamalardan, suikastlerden sonra Türkiye’nin yakasını rahat bırakmışlar mıdır? HAYIR!

 

             ‘Ermeni Soykırım’ yalanı emperyalistler ve onların oyuncağı haline gelen Ermenistan tarafından hala dile getirilmekte, temcit pilavı gibi uluslararası alanda sürekli önümüze konulmaktadırİsviçre, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerde ise ‘soykırımı’ reddetmek anayasal suç haline getirildi. Ama yine de öyle aydınlarımız var ki, bu ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Hükümeti susarken, ana muhalefet partisinin yöneticileri “Yüzleş Hrant’la, Soykırımla” pankartının arkasından yürürken, onlar bütün dünyaya karşı “Soykırım yapmadık, vatan savunduk” şeklinde haykırmaktadır! 

 

             Bugün sadece Türk Edebiyatı’na değil Dünya Edebiyatı’na da onlarca eser vermiş olan Yaşar Kemal’e Nobel ödülü verilmezken, kitabında “Ermeniler’e soykırım yaptık” diyen Orhan Pamuk’a verilmekte. Milletin vekilleri Türkiye’yi parçalama ve paylaşma planının bir planı olan ‘soykırım’ pankartının arkasından yürür hale gelmiş durumda. Ermeni asıllı bir milletvekili adayı, sözde “Ermeni Soykırımının” 100.yılında aday gösterilmesinin sembolik bir öneme sahip olduğunu belirtmekte. Ekonomik, sosyal, kültürel vb. birçok sebepten girmemizin doğru olmadığı AB bile üyelik için temel şart olarak soykırımı tanımamızı istemekte. Ermenistan sırf bizi yıpratma politikası olarak Eurovision şarkı yarışmasına ‘Soykırım’ temalı bir şarkıyla katılıyor. ABD Başkanı Ermenistan’a gidip ‘soykırım’ anıtını ziyaret ediyor. 27 ülke ‘Ermeni Soykırımını’ resmen tanış durumdaTürk ve Rus arşiv belgeleri ortada olmasına rağmen psikolojik savaş devam etmekte. Bu psikolojik savaşı yenmenin yolu da, ülke olarak bütünüyle soykırımın emperyalist bir yalan olduğunu savunmaktan geçmektedir.

 

                                                                                                                 Kaan ARSLAN

                                                                                                          İnciraltı Tarih Cemiyeti

 

KAYNAKÇA:

1. Yusuf Halaçoğlu – Sürgünden Soykırıma
2. TTK – 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve Ayastefanos Barış Antlaşması
3. Genelkurmay Arşiv Belgelerinde Ermeni Faaliyetleri Cilt I
4. Genelkurmay Arşiv Belgelerinde Ermeni Faaliyetleri Cilt II
5. TTK – Tarihte Türkler ve Ermeniler / Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı ve Yabancı Devletler
6. İsmet Bozdağ – Tarihin Vicdanını Sızlatan Soykırım Yalanı
7. Uluç Gürkan – Malta Yargılaması
8. Taha Niyazi Karaca – Yozgat Ermeni Ayaklanmaları ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey Olayı
9. Erdal İlter – Ermeni Meselesinin Doğuşunda ve Gelişmesinde İngiltere’nin Rolü
10. Tuncer Çağlayan – Büyük Ermenistan Projesi ve İngiltere
11. Murat Bardakçı – Talat Paşa’nın Evrakı Metrukesi 

 




23 Nisan 2015 Perşembe

ROMA'YI TİTRETEN KOMUTAN

Yıl M.Ö. 247…
Kartaca’da bir bebek sesi yükselir.
Barca ailesine yeni bir üye dahil olmuştur.
Kartaca ordusu ile Sicilya Adası’nda, Roma ordularına karşı zaferler kazanan Hamilcar Barca ilk kez baba olmanın heyecanını yaşıyordu. Acaba tahmin edebilir miydi ki, bu doğan bebeğin ileride kendisinden daha büyük bir komutan olacağını ?

9 yaşındaydı, o yemini ettiğinde..
Hamilcar Barca, Akdeniz egemenliğini kurmak için tanrıları Esmun (savaş) ve Baal (güneş) için kurban kestiriyordu. Birdenbire oğluna döner ve sorar:” Benimle birlikte savaşa gitmek ister misin ?” . ” Evet ” der. Bunun üzerine Hamilcar Barca :” Öyleyse elini kurbanın üstüne koy ve Romalılardan ölünceye kadar nefret edeceğine yemin et.” Bu tarihi an, onun hayatı için büyük bir dönüm noktasıydı. Gururla elini kurbanın üstüne koyar ve “Ölene kadar bütün Romalılardan nefret edeceğime yemin ederim!” der.

Bundan sonra genç Kartacalı Romalıların azılı düşmanı olur ve yeminine ölene dek bağlı kalır.

Babası onu İspanya’ya götürür ve Romalılar’a karşı verilen 1. Pön Savaşı olarak adlandırılan savaşta ilk kez tecrübe kazanır. Sonrasında iyi bir asker olarak yetiştirilir.

18 yaşına geldiğinde…
Savaş meydanındayken, hiç beklenmeyen bir anda babası, büyük komutan Hamilcar Barca hayatını kaybeder. Kardeşi Hasdrubal Barca’nın desteğiyle, Kartaca’nın Hispanya ordularının başkomutanı olur. ( Hispanya, o dönem İspanya’nın bulunduğu İber Yarımadası’na verilen isim. )

Fakat o babasından farklı bir yol izlemeye karar verir. Babası gibi Roma İmparatorluğu’na deniz üzerinden saldırarak değil, Hispanya’yı üs olarak kullanıp karadan saldırılar düzenleyecektir. Bunun için ortak düşmanları Romalılar olduğu için Galyalılar ile dostluk kurar.

Önce 8 aylık bir kuşatma sonucu Hispanya’daki Saguntum şehrini alır.
Sonra Romalıların da kendisine karşı savaş ilan ettiğini duyunca ordusunun bir bölümünü Kartaca’ya yollar, bir bölümünü Hispanya’da kardeşi Hasdrubal Barca yönetimine bırakır. Kendisi ise 50.000 piyade, 9.000 süvari ve 37 fil ile İtalya’ya doğru yola çıkar.

Rhone nehrini geçtikten sonra, Scipo komutasındaki Roma ordusunu Alp Dağları’na doğru bir kavis çizerek atlatmayı başarır. Buradan güneydeki Po ovasına ilerler. Kartaca ordusunu Po ovasında yakalamak isteyen Romalıları büyük bir manevrayla gerilerinde bırakır.

Sonunda Kartaca ordusunu takip eden Roma ordusunu tuzağa düşürerek kılıçtan geçirir. (M.Ö. 217) Campania şehrini de yakıp yıktıktan sonra, şaşırtıcı biçimde Roma’yı es geçerek Güney İtalya’ya yönelir. Capua ve Cannae’de Roma ordularını bozguna uğratır.

Cannae muharebesi Roma için adeta yıkımdır. Çünkü bu savaşta Kartaca ordularını yalnızca 5.000 kayıp verirken Roma’da kayıp 75.000 idi. 10.000 Romalı esir düşerken, sadece 1000 Romalı canını kurtarabilmiştir.

Tarihe “Fabian Stratejisi” olarak geçen bu stratejiden dolayı “Stratejinin Babası” olarak kabul edilir. ( Fabian Stratejisi denilmesinin sebebi, Roma konsülü Fabius’un sürekli olarak Kartaca ordularını yakalayamayıp, takip etmesidir )

Üst üste alınan yenilgilere rağmen Roma konsülü tekrarda Fabius seçilir. Fabius, M.Ö. 209’da Kartaca’dan Torentum’u geri alır.

Daha sonra Hispanya’dan yardıma gelen Hasdrubal, ordusuyla birlikte yenilgiye uğratılır ve savaş alanında öldürülür.

Romalı komutan Scipo, Kartaca’ya yönelince, babasından sonra kardeşini de kaybeden Kartacalı komutan M.Ö. 202’de Zama’da bozguna uğrar. Bunun üzerine Roma ile barış yapılır ve o da 36 yılın ardından Kartaca’ya döner.

İlk kez yenilmişti..
Roma’yı titretmişti..
Ama şimdi yapılan barış antlaşmasından dolayı sürgüne gitmek zorundaydı. Çünkü Roma İmparatorluğu onu esir olarak istiyordu.
Sürgünü Anadolu’da geçmişti.
Kimi kaynağa göre sürgünü sırasında Bursa şehrini kurmuştu..
Öldüğünde 64 yaşındaydı..
Onun “Fabian stratejisi” Kurtuluş Savaşı sırasında, Mustafa Kemal Atatürk tarafından uygulanmıştı ve başarıyla sonuçlanmıştı.
Atatürk, onun mezarının bulunmasını sözlü vasiyet bile etmiştir.
Mezarı, TÜBİTAK’ın Gebze yerleşkesinde yapılan su şebekesi kazısı sırasında ortaya çıkan mezar olduğu sanılmaktadır. (1981)
Roma ordularını mahveden, Roma İmparatoru’nun çok merak ettiği, Stratejinin babası o efsane komutan kim mi?

HANNİBAL BARCA!


21 Şubat 2015 Cumartesi

İTC Yazıları / HAÇI YOK ETMEK İÇİN KULLANDIĞIMIZ HİLAL, YENİ BİR HAÇ OLMASIN!


          Takvimler  0cak 1915’i gösterirken Osmanlı Devleti, Kuzey Afrika’daki gelişmeleri yakından takip ediyordu. Fas, Cezayir ve Tunus’ta ortaya çıkan ayaklanmalardan yararlanmak istiyordu. Bunun için bağımsızlık hareketlerini desteklemek, buralarda propaganda yapmak ve hareketin yaygınlaşmasını sağlamak için bir heyet oluşturulur. Bu heyet ilk etapta Berlin’e gider. Burada, nasıl hareket edileceğine dair esaslar belirlenir. 
            Özellikle Fas’ın stratejik konumu gereği Harbiye Nezareti, Teşkilatı Mahsusa’nın kontrolünde ve koordinasyonunda burada bir operasyon planlar. Plana göre; Fransa işgalindeki Fas’ta aşiretler arasındaki bağımsızlık heyecanı giderek arttığından, Türk Ordusu’nun Mısır’ı işgal etmesi durumunda aşiretlere doğrudan destek sağlanabilir. 
            Bu operasyonun yürütme merkezi, Büyük Harp’te tarafsız konumda bulunan İspanya olarak belirlenir. Afrika’da düşman boyunduruğu altında bulunan Müslümanlarla temas kurmak üzere Binbaşı Tahir görevlendirilir ve beraberindeki Mülazım İsmet, Mülazım Remzi ve Mülazım Nuri ile İspanya’ya gitmek için yola çıkarlar. 
             Ekip önce Viyana’ya gider. Burada Arnavut pasaportu alıp İtalya’ya geçerler. İtalyanların sıkı kontrollerine rağmen Ocak ayının ilk haftasında İspanya’ya varırlar ve hemen işe koyulurlar. Binbaşı Tahir Fransızların, Fas tahtından indirdikleri Mevlay Hafız ile Barselona’da görüşür. Mevlay Hafız ilgiden çok memnun kalır. 
             Bu arada operasyonun önemli merkezi üssü olan Osmanlı Devleti’nin Madrid Büyükelçiliği büyük mali sıkıntılar yaşamaktadır. Kira borcu ödenememektedir,elektrik ve telefon hatları kesilmek üzeredir, çalışanların maaşları Maslahatgüzar Vassik el-Muayyad tarafından karşılanmaktadır. 
              Ocak ayının sonlarına doğru Madrid’de Osmanlı Büyükelçiliği ile Alman Büyükelçiliği, Fas’ta yürütülecek olan operasyon için anlaşma sağlanır. Alman Büyükelçiliği, Faslı aşiretlere dağıtmak üzere 100.000 Frank, 20.000 tüfek ve 50.000 fişeği Binbaşı Tahir’e gönderecektir. 
              Fransızlar ise İspanya’da bulunan Mevlay Hafız’ın sınır dışı edilmesini ister ancak bu İspanya Hükümeti tarafından reddedilir. Kısa zamanda İspanya ile Mevlay Hafız arasında ittifak sağlanır. Bundan sonra Fas’ta yerli aşiretlerle Fransız işgal kuvvetleri arasında çarpışmalar meydana gelir ve karışıklıklar artar. 
              Mevlay Hafız, Binbaşı Tahir ile yaptığı görüşmenin ardından Fas’taki ayaklanmanın başına geçmeyi kabul eder ancak bazı şartlar öne sürer. Bunlar; kendisinin Fas üzerindeki saltanatını İttifak Devletleri’nin tanıması, aşiretlerin genel ayaklanmasını sağlamak ve başarıyla sonuçlandırmak için gerekli olan paranın Osmanlı ve Almanya tarafından Mevlay Hafız’a verilmesi, olası başarısızlığın ardından Mevlay Hafız’a İstanbul’da bir saray ve mevkisine göre bir maaş verilmesi.
              Binbaşı Tahir ile birlikte gelip Fas’a geçen subayların etkin propagandaları sonuç bulur ve buradaki Berberi kabileler, General Henry’nin birliklerine saldırır. Dönemin Fransız basınında çıkan haberlere göre şiddetli çarpışmalar gerçekleşir ve Fransızlar önemli kayıplar verir. 
              Mart ayı içerisinde, faaliyetlerin sürdürülebilmesi için İstanbul’dan Binbaşı Tahir’e 112.000 Peseta para aktarılır. Binbaşı Tahir, bölgenin ileri gelenleri kazanmak için kendilerine nişan ve madalya verme yöntemini Hariciye Nezareti’ne teklif eder. Teklif padişahın fermanıyla kabul edilir. 
              Mayıs ayı ortasında Mevlay Hafız, Binbaşı Tahir’in rütbesinin iki rütbe birden yükseltilmesini Harbiye Nezareti’nden rica eder. Bunun üzerine Enver Paşa, Sultan Reşad’ın Tahir Bey’in rütbesini miralaylığa(albay) yükselttiğini bildirir. 

Padişahın Cihad İlanı ve Fransızların Giderek Güç Kaybetmesi

              Fas’ta yürütülen faaliyetlerin ilk etkin sonuçları Haziran ayında görülmeye başlanır. Tanca, El Kasser, Larache, Tetouan ve Melilla’daki aşiretler Fransız kuvvetlerine saldırır. Bu saldırıların hemen sonrasında Fez-Meknes’te Tadla’da, Atlas Dağlarının doğusunda ve kuzeydoğusunda Berberi aşiretler Fransız birliklerine saldırır. Artık saldırılar genele yayılmıştır. 
              Miralay Tahir, Enver Paşa’ya gönderdiği “çok gizli” ibareli raporda Mevlay Hafız’ın Fas’a geçmesi için ancak ve ancak uçak ve ya denizaltıyla gidebileceğini belirtir. Ancak Almanya’dan bir uçak geleceğini haber aldıklarında Mevlay Hafız’ın gitmeye niyeti olmadığını, harekatı Barselona’dan yönetmek niyetinde olduğunu da ekler. Miralay Tahir’e göre ise Fransızlara karşı yürütülecek isyan için iki önemli nokta vardır. Birincisi, aşiretlerin bir araya gelip aynı anda eylemlere kalkışmalarını sağlamak ; ikincisi de Mevlay Hafız’ın Fas’a gidip aşiretlerin başına geçmesidir. 
              Miralay Tahir’in istediği nişanlar ve madalyalar bir türlü gönderilemez. Ayrıca Fransızlar, bazı aşiretleri yanına çekebilmek için 125.000 Frank dağıtmıştır. 
               Enver Paşa, Ağustos ayından gönderdiği bir telgrafta madalyaları Osmanlı’nın Cenevre Konsolosluğu’na göndereceğini ve oradan aldırmalarını söyler. 
               Sultan Reşad’ın Fas’ta cihad ilanından sonra isyan daha da büyür ve Fransa’yı zor durumda bırakır. Fransa, 60.000 askerini Fas’ta tutmaya mecbur kalır ve Çanakkale’ye gönderemez. Aşiretlerin artan saldırıları nedeniyle Fransa, 1904’ten beri Kuzey Afrika’daki çarpışmalarda verdiği kaybın yarısı kadarını, son saldırılarda vermişlerdir.  
                Miralay Tahir, Eylül ayında Enver Paşa ile yaptığı yazışmada Mevlay Hafız’ın hala Fas’a geçemediğini, Fransızların bütün geçiş yollarını tuttuğunu belirtir. 
               İngilizler ve Fransızların yoğun baskısına artık dayanamayan İspanya Hükümeti, Mevlay Hafız’dan Barselona’yı hemen terk etmesini aksi takdirde sınır dışı edileceğini iletir. Bunun üzerine Mevlay Hafız Aragon’a geçer. Daha sonra İspanya Kralı Alfonso, davetine teşrif eden Mevlay Hafız’a Barselona’daki Fransız casusların çok sayıda olduğunu, Endülüs’te oturması halinde hükümetin daha fazla kolaylık sağlayacağını söyler. 
               İspanya basınında Mevlay Hafız’ın sürekli lehine haberlerin yapılması, kaldığı evin hükümetçe sıkı koruma altında olması, İspanya Hükümeti’nin Mevlay Hafız’ı açıktan desteklemesine Osmanlı’nın Madrid Maslahatgüzarı Vassik el-Muayyad karşı çıkar. İspanya’nın bu meselede taraf olmasının doğru olmadığını, Mevlay Hafız’ın Fas’a geçmeden hareketi yönetmesi gerektiğini Enver Paşa’ya iletir. 

Almanlarla İlk Karşı Karşıya Geliş

                 Fakat bu sırada bir gelişme daha yaşanır. Almanya, Mevlay Hafız’ı kendi kontrolü altına almak istediğini ve bu işten Osmanlı’nın ayrılması gerektiğini söyler. Miralay Tahir ise bu durumun Fransızlara koz vereceğini Almanlara anlatır. Almanlar bu hareketiyle, Mevlay Hafız’ı maaşlı bir memur olmayı teklif etmiş oluyordu. 
                  Vassik el-Muayyad’a yaşadığı görüş ayrılığından sonra operasyonun ilerlemesi noktasında güveni kalmayan Miralay Tahir, maslahatgüzarın değiştirilmesini Harbiye Nezareti’ne  arz eder. Bunun üzerine Ekim ayında Vassik el-Muayyad görevden alınır ve yerine İbrahim Ziya Bey atanır. 
                  Osmanlı Devleti’nden taleplerine kesin cevap alamayan aşiretler hareketsizliğe hatta dağılmaya başlamışlardır. Miralay Tahir de Almanların bugüne kadar vaat ettikleri hiçbir şeyi yerine getirmemesinden şikayetçidir. 
                   Almanlar hayati bir hata yaparlar. Harekatı kendileri yönetme arzularından dolayı, bazı Alman subayları bölgede Osmanlı subaylarının yetersizliğini bahane göstererek Melilla’ya geçerler ve bulundukları yere Alman bayrağı dikerler. Bunun üzerine bu Alman subaylar aşiretler tarafından alı konularak soyulur ve ölesiye dövülür. 

Almanlarla Miralay Tahir'in Arası Açılıyor

                   Bayrak hadisesinin ardından Mevlay Hafız, Alman Büyükelçiliği’nin kendisine gönderdiği para için sert bir karşılık verir. Kendisini bugüne kadar hep destekleyen Miralay Tahir’i takdir etmeyen sefirin gönderdiği parayı kabul etmediğini, en sıkıntılı zamanında kapılarını açan Osmanlı Devleti’yle, tek başına yardıma gelen Tahir Bey’den ayrılarak kendileriyle çalışmayı şerefsizlik saydığını belirtir.  
                    Bu olay üzerine Alman Büyükelçisi ile Miralay Tahir’in arası açılır. Büyükelçi ise Miralay Tahir’in Mevlay Hafız’a yalan söyleyerek onu kandırdığını söyleyerek aşağılar. Kendisinin amacının sadece ihtilal yapmak olduğu, sonrasında Fas’ın kaderini tayin etmenin onun görevi olmadığını söyler. 
                     Miralay Tahir de bu söylemlerin ardından görevden affını ister ancak büyükelçinin değişmesi durumunda kalacağını söyler. Harbiye Nezareti’nden gelen cevapta ise müttefikimiz Almanlarla iyi geçinmesi emredilir. 
                     Bugüne kadar hiçbir vaadini yerine getirmeyen, para yardımı yapmayan, ihtiyaç olunan uçağı göndermeyen ve hatta Osmanlı’dan bile gizlice Rif kıyılarında aşiretlere silah yardımı yapmaya kalkan Almanlar sonunda General Falkenhayn’ın emriyle Miralay Tahir’i görevden aldırır. 
                     Miralay Tahir ve diğer üç subayımız Hindistan’daki gelişmeler hakkında bilgi toplamak ve propaganda yapmak amacıyla Haziran 1916’da  Amerika Birleşik Devletleri’ne atanırlar ancak mali sıkıntılardan dolayı gidemezler, İspanya’da zor durumda kalırlar. 
                     Hariciye Nezareti tarafından subayların seyahatleri için gönderilen paralara da Alman Büyükelçiliği el koyar. Sebep olarak da ABD’ye gidişleri sağlama alındığı için bu paraya ihtiyaçları kalmadığını gösterir. Halbuki böyle bir durum yoktur. Son olarak subaylar Harbiye Nezareti’nin gönderdiği paralarla kira borçlarını öderler. 
                      Teğmen İsmet, Teğmen Nuri, Teğmen Remzi ayrılmadan önce Enver Paşa’ya bir telgraf gönderirler. Telgrafta, bir İngiliz casus olan Prens Aziz’in Miralay Tahir tarafından içlerine sokulduğu, bu yüzden de Almanların harekatı tek başlarına yönetmelerine engel olamadıklarını, buna sebep olanların ne Berlin’e ne de İstanbul’a gidecek yüzlerinin olmadığını belirterek sitemde bulunurlar. 
                      Sonuç olarak Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar ile müttefik olmasına rağmen Almanların da, Osmanlı’yı Kuzey Afrika’dan uzak tutmaya çalıştığı çok açıktır. Halbuki Fas’taki yerel aşiretlerin bağımsızlık hareketine katılması için Türk subayların çabaları aynı zamanda Almanların bu operasyona ne kadar destek verdiği de ortadadır. Hiçbir yardım göndermeden, el altından işler çevirerek, Fas’ın dahi menfaatini düşünmeyip harekatı tehlikeye atan Almanlar zaten bu operasyonda muvaffak olamamışlardır. Amaç İtilaf Devletleri’ni başarısızlığa uğratmak iken Almanlar, kendi egolarına yenilip amaçtan sapmışlar ve harcanan bunca çabayı bir kenara itmişler, müttefiki Osmanlı’yı da zor durumda bırakmışlardır. 
                                                                                                                        
                                                                                                                        
                                                                                                               

Kaynak:
-Teşkilatı Mahsusa Tarihi / Cilt 1 – Ahmet Tetik

                  
                   
             
             

            

         
         


16 Şubat 2015 Pazartesi

İTC Yazıları / Teşkilatı Mahsusa’nın Kafkasya’daki Faaliyetleri

                    Osmanlı Devleti’nin son dönemine hem askeri hem de siyasi anlamda damgasını vuran İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1.Dünya Savaşı’nın kaybedilmesiyle birlikte devlet yönetiminde etkisini yitirmiştir. Ancak iktidarda olduğu 1913-1918 yılları arasında devlet yönetiminde uyguladığı devrimci politikalarla birlikte askeri alanda da gerçekleştirilen faaliyetler özellikle de savaşlar dönemine denk gelmesinden dolayı derin izler bırakmıştır.

                  1913 yılında gerçekleştirilen Bab-ı Ali baskınıyla birlikte iktidara gelen bu vatanperver cemiyet, Balkan Savaşı’nda yaşanılanlardan ders çıkararak devletin ve milletin geleceğini kurtarmak için kolları sıvamıştır.

                   Enver Paşa’nın 1914’te Harbiye Nazırı olmasıyla birlikte, 1911 yılında kurulmuş olan ve ilk faaliyetlerini Trablusgarp Savaşı’nda gerçekleştiren Teşkilatı Mahsusa ( gönüllülerden oluşturulan bölük ve taburlar ) daha etkin hale getirilir. Enver Paşa’ya doğrudan bağlı olan bu teşkilatın başına da başkan olarak Binbaşı Süleyman Askeri getirilir.

                    Artık Teşkilatı Mahsusa devletin her noktasında ve yurt dışında örgütlenmeye başlar. İspanya, Fas, Rusya, İran, Kafkasya, Ortadoğu, Trablusgarp ve Arap yarımadasına kadar uzanan bir örgüt haline gelmiştir. 1916 yılında 30.000 üyeye ulaşmıştır. Amacı ise, imparatorluk içindeki ihanet şebekelerini ortadan kaldırmak, gelişen milliyetçilik hareketlerini bastırmak, kontrol altında tutmak, dışarıdaki belirli hedeflere sabotajlarda bulunmak, Osmanlı topraklarında bulunan bütün gizli servislere karşı mücadele etmektir. Teşkilatın ideolojisi Pantürkizm’dir.

                    Teşkilatın ilk teşkili 17 Kasım 1913 tarihine rastlamaktadır. Bu tarihte resmen padişah emri ile kurulduğu söylense de bu ispatlanamamaktadır. Çünkü 1918 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelenlerine Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemelerinde yöneltilen “ bir takım hilelerle, oyunlarla Cihan Harbine girmeyi bir emri vaki haline getirdikten sonra, gizli gayelerini harp esnasında hayata geçirmek düşüncesiyle, özel ve gizli eylemlerle hareket edecek şekilde, İstanbul’da iştigal etmek üzere ‘Teşkilatı Mahsusa’ adı altında meydana getirdikleri bir komitenin yaptıklarından sorumlu tutulma ” suçundan dolayı, Harbiye Nezaretince teşkilatın lağv edilmesi emri verilmiştir.

                     Tasfiye işlemlerini yürütmek üzere Süvari Yarbay Hüsamettin Ertürk görevlendirilir. Yapılan işlemler sonucu teşkilata ait tüm evrak ve belgeler Harbiye Nezaretince kaldırılmış ve Dahiliye Nezaretine saklanmak üzere gönderilmiştir.

                     Bizim burada asıl olarak ele alacağımız konu Teşkilatı Mahsusa’nın Kafkasya’daki faaliyetleridir.

                      Seferberliğin ilan edilmesinin ardından teşkilat üyeleri çeşitli bölgelerde görevlendirilir. Teşkilatı Mahsusa’nın siyasi bölüm şefi ve İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkezi Umumisi ( genel merkez ) üyesi olan Dr. Bahattin Şakir, Dahiliye Nazırı Talat Bey tarafından Erzurum’a gönderilir. Bunun dışında Rıza Bey de Trabzon’a gönderilir. Rize Mutasarrıfı Cemal Azmi Bey de Trabzon’a vali olarak atanır.
                      Harbin ilanından önce yapılacak işler: Ulaşım yollarının kesilmesi, düşman toplanma noktaları, kuvvetlerinin miktarı, hangi birliklerden meydana geldiği, hangi mevkilerde ve hatlarda ne şekilde tahkimat ve hazırlıklar yaptığına dair bilgilerin elde edilmesi ve mümkün olan en kısa sürede bildirilmesi. Silahlı ya da silahsız bütün personelin yapacağı ilk iş; telgraf ve telefon hatlarını her tarafta mümkün olduğu kadar çok yerden kesip tahrip etmek ve onarılmalarını engellemek.

                       Binbaşı Süleyman Askeri, 5 Ekim 1914 tarihinde Dr.Bahattin Şakir’e gönderdiği telgrafta “Kafkas ihtilalini bir merkez ve intizama bağlamak” üzere Erzurum’da genel merkez kurulmasını dile getirir. Bunun üzerine genel merkezi Dr. Bahattin Şakir, Erzurum Valisi Tahsin Bey ve Hilmi Bey’den oluşan Kafkas İhtilal Cemiyeti kurulur. Ayrıca genel merkeze bağlı olmak üzere Van ve Trabzon’da da bölge idare heyetleri oluşturulur.

                       Dr. Bahattin Şakir burada gönüllülerden oluşan bir Teşkilatı Mahsusa birliği kurar. Bu birliği kurarken mahkumlardan da yararlanılır. Askerlik yaşına girmiş bir yıl ve ya daha fazla hapis, geçici sürgün cezasıyla ve ya ağır cezalı suçlar ile mahkum bulunanlar ve de askerlik yaşına girmemiş hafif ve ağır cezalı mahkumlar savaş alanına gönderilmelerini isteyebilir. Bunlardan ahlak ve vücut bakımından gerekli niteliklere sahip olanlar askeri kıtalara yollanırlar. Dr. Bahattin Şakir’e bağlı kuvvetlerde de mahkumlar vardı.

                      Fakat bu birliğin ihtiyacı çoktur. Çorap, eldiven, pamuklu gömlek, sıhhi personel ile malzeme ve tabi ki cephane.

                      1914 yılının sonunda Teşkilatı Mahsusa lideri Binbaşı Süleyman Askeri, İngilizlerin Irak’ı işgal edebileceği ihtimalinden dolayı Enver Paşa tarafından buraya gönderilen 2 tümenin başına geçmek üzere Teşkilatı Mahsusa liderliğinden alınıp Basra Valiliği’ne atanmıştır. Yerine ise Binbaşı Halil, teşkilatın başına geçmiştir.

                        İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin fedailerinden, Bab-ı Ali baskınında da önemli rol oynayan Yakup Cemil de gönüllü kuvvetiyle birlikte 16 Aralık’ta Borçka’ya gelir. O sırada Borçka’da bulunan Rıza Bey, Yakup Cemil’e burada kalmasını ve birlikte ilerleyerek Batum’u zapt etme teklifini ortaya atar. Ancak Yakup Cemil: ”İstanbul emretse bile gene kalmam!” diyerek kendi sonunu hazırlayan başına buyruk hareketlerden ilkini yapmış olur.

                         21 Aralık günü Dr. Bahattin Şakir ve Yakup Cemil’in kuvvetleri savaşın Alman komutanlarından Yarbay Stange’nin emrine verilir. Bu iki kuvvet savunma durumundadırlar. Harekat Artvin’den Ardahan’a yönelmiştir. 1 Ocak 1915 günü Dahiliye Nazırı Talat Bey’e Ardahan’ın zapt edildiği telgrafla bildirilir. Fakat dondurucu soğuk Rus askerlerinden daha etkilidir. Güvenlik için kentin sınırlarına nöbetçi dikmek bile mümkün olmuyordu. Çünkü akşam nöbete bırakılan asker sabaha donmuş halde bulunuyordu.

                          Müfreze Ardanuç’a hareket etmek için Ardahan’dan çekilir. Burada ise sadece Yakup Cemil’in kuvveti kalır. Fakat geri çekilme sırasında çok ciddi kayıplar verilir ve bu harekat çok pahalıya patlar. Kuvvetlerinde de firarlar başlayan Yakup Cemil 13 Ocak’ta Trabzon’a gelir. Ardından Dahiliye Nazırı Talat Bey’e çektiği bir telgrafta İstanbul’a geleceğini bildirir.

                           Müfreze geri çekilmekle meşguldür. Ardanuç’ta bulunan Yarbay Stange, peş peşe geri dönme emirleri yayınlar. Yolların karlarla kaplı olması, yardımların çok geç varması, askerlerin savaşamadan can vermesi müfrezeyi çok zorlar. Dr. Bahattin Şakir çetesi, Köprübaşı’nda sandıklarla cephaneyi bırakarak giderler.                          

                           Düzensiz Teşkilatı Mahsusa kuvvetleriyle yenilgi üzerine yenilgi alan Osmanlı ordusunda bu kuvvetlerin düzenli hale getirilmesine karar verilir ve 24 Nisan 1915 günü Teşkilatı Mahsusa Alayı’nın kurulması çalışmaları başlar.

                            Ancak bu düzenlemenin de bir faydası olmaz ve Osmanlı doğuda çok geniş topraklar kaybeder. Sırasıyla, bu cephede ön saflarda yer alan Yakup Cemil 5 Ocak 1915’te, Dr.Bahattin Şakir 22 Şubat’ta, Rıza Bey 2 Mart’ta ve Yarbay Stange de 7 Ağustos’ta bölgeden ayrılırlar.

                 Sonuç itibariyle, Binbaşı Süleyman Askeri’nin gönüllü çete kuvvetleriyle nizamı harp yapılamayacağı konusundaki uyarıları dikkate alınmaması bize ağır can ve toprak kaybına mal olmuştur. Elbette savaşta stratejik hatalar yapılmıştı, elbette Yakup Cemil gibi kendi başına davranmak isteyenler de vardı ancak özellikle Ruslara karşı böylesine soğuk ve karlı bir coğrafyada düzensiz birliklerle mücadele vermek de en büyük hataydı.


                                                                                       İnciraltı Tarih Cemiyeti
                                                                                             Kaan ARSLAN

                                 

Kaynaklar:
Ahmet Tetik,  Teşkilatı Mahsusa Tarihi Cilt I,  Türkiye İş Bankası Yayınları, 2014
Hikmet Çiçek,  Dr. Bahattin Şakir,  Kaynak Yayınları, 2007
Ergun Hiçyılmaz,  Teşkilatı Mahsusa,  Kaynak Yayınları, 2014
Philip Stoddard,  Teşkilatı Mahsusa,  Arma Yayınları, 2003
 
             

5 Şubat 2015 Perşembe

BİR TÜRLÜ ANLAMAK İSTEMEDİĞİMİZ İLKE - LAİKLİK

Seneler önce, okulda Atatürk İlke ve İnkılapları Tarihi dersindeydik. Hoca sordu:" Anayasada devletin dini belirtiliyor mu?" diye. Arkadaşın biri atladı hemen:" Laiklik diye geçiyor!" . Yani demek istiyor ki; laiklik dinsizliktir, anayasada bu devlet dinsizdir yazıyor. 

Laiklik dinsizlik midir gerçekten? Anayaya, devlet dinsizdir diye yazdıran biri neden Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurdursun? Atatürk dinsiz miydi ve ya dini sevmiyor muydu?

Laikliği bugün sorsak bir çok kişi ( dinsizliktir diyenler hariç), din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır der.  Atatürk,  İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidar olduğu yıllarda, cemiyetin kadrolarının neredeyse tamamının askerlerden oluşmasından ve böylelikle askerin de devlet işlerine çok fazla karışmasından dolayı, ordu ile siyasetin birbirinden ayrılması gerektiğini söyemişti. Bundan dolayı da cemiyet içerisinden çok sert tepki almıştı. Hatta merkezden uzaklaştırmak için Sofya Ateşemiliterliği'ne atanmıştı. Aynı mantıkla düşünecek olursak, Atatürk askeri sevmiyor muydu? Orduya karşı mıydı? Tabiki hayır! Peki nedir bu laiklik?

Laik sözcüğü ilk kez antik Yunanlarda kullanılmıştır. Din adamı olmayanlara "laikus" deniliyordu. Yani din adamlarının yönetmediği bir devlet düzeni demekti laiklik. 

Yani laiklik Yunanlara kadar gitmektedir. Fakat şuan bize gösterilmek istenilen, laikliğin Fransızlardan geldiğidir. Hayır, çok daha öncesi. Laiklik, Avrupa denilen yerde demokrasi, insan hakları, adalet, eşitlik gibi kavramlar daha yokken antik Yunanda ortaya çıkmıştır. 

Atatürk'e göre ise laiklik; çağdaş, uygar bir birey, bir toplum ve bir devlet olarak yaşama kararlılığımızın ilkesidir. Laiklik, 1923 Türk Devrimiyle siyasette, eğitimde, hukukta, kültürde kısacası her alanda yaşama geçirilmiş ve aydınlık bir evreye kavuşmamızı sağlamıştır. 

Evet! Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Ancak bu tanım yeterli değildir. Aynı zamanda laiklik, din ve vicdan özgürlüğüdür. Nedense bugüne kadar hep din ile ilgili kısmı görülüp eleştirildi. O da dinsizlik olarak. Halbuki laik devlet, çağdaş hukuka dayanır. Bireyler kul değil yurttaştır. Kadın ve erkek eşittir. 

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 24.maddesine göre:" Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. 

Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve ya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma ve ya siyasi ve ya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini ve ya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edilemez ve kötüye kullanamaz."

Bu bağlamda baktığımızda ülkemizde anayasal suçların işlendiğini çok rahat söyleyebiliriz. Alevilerin evlerinin kapılarına işaret konularak ölümle tehdit edilmesi, Ramazan Ayı'nda sahur vakti uyanmayan Aleviler'in evlerinin taşlanması, Ramazan'da oruç tutmayan insanlara saldırılması vs. bu anayasal suçlardan bazılarıdır. Tabi hükümet bu suçları görmezden gelip aksine teşvik etmeye devam etmektedir. Bu tür olaylar aslında laikliğin ne kadar da gerekli olduğunu ortaya koymuş oluyor. 

Yine Recep Tayyip Erdoğan, miting meydanlarında sürekli din sömürüsüne dayanan, insanların algılarını dini söylemlerle yöneten konuşmalarıyla resmen anayasal suç işlemiştir. Tabi Adnan Menderes de, Turgut Özal da, Necmettin Erbakan da...

1924 yılında kurulan Terakkipervet Cumhuriyet Fırkası da bu maddeye göre anayasal suç işlendiğinden kapatılmıştır. 

Yani laiklikle ile birlikte din sömürüsü de engellenilmeye çalışılmıştır. Çünkü tarih bize göstermiştir ki din, insan ile Allah arasında iletişim olmaktan çıkmıştır. Milli Mücadele döneminde vatanın bağımsızlığı uğruna canını ortaya koyan yurtseverleri, dini alet ederek hain ilan etmişlerdi. 

İşgalci İngilizleri destekleyen din adamları sürekli Mustafa Kemal ve Ankara Hükümeti'ni hedef alarak fetvalar çıkartıp bildiriler dağıtmışlardır. Örnek olarak Sait Molla, İskilipli Atıf Hoca, Şeyhülislam Mustafa Sabri gibi vatan hainleri gösterilebilir. 

Sait Molla, İngiliz yanlısı birisiydi. Hürriyet ve İtilaf Fırkası üyesiydi. Aynı zamanda İngiliz Muhibleri Cemiyeti ile Teali İslam Cemiyeti'nin kurucusuydu. İngilizler'in yönlendirmesiyle, Hürriyet ve İtilaf Fırkas ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti aracılığıyla Milli Mücadele'ye karşı tavrını ortaya koymuştur. Tabi dini kimliğini de devreye sokarak Teali İslam Cemiyeti ile birlikte Milli Mücadele'ye karşı islamı kullanmıştır. 

Yine bir başka isim İskilipli Atıf Hoca. Milli Mücadele'ye tamamen karşıydı. Çünkü o da koyu bir İngiliz yanlısıydı. Atıf Hoca'nın, Milli Mücadele aleyhtarlığı yaptığı bildirileri Yunan uçaklarıyla Anadolu'nun farklı yerlerine atılmıştı. Bildirilerde Mustafa Kemal ve Ankara Hükümeti'ni ve yine Milli Mücadele'ye destek verenleri, dini kullanarak, hain olduklarını ilan etmişti. 

Adnan Menderes'in iktidara gelirken ve geldikten sonra da din sömürüsü yaptığı çok açıktır. Ezanın tek parti CHP iktidarı döneminde susturulduğunu, Arapça yaparak ezanı tekrardan okutmaya başladıklarını söylemişti. Yine meclisteki gücünden dolayı Demokrat Parti'nin saltanat ve hilafeti geri getirebileceğini söylemişti. 

Süleyman Demirel, başbakanlığı döneminde kürsü ve miting konuşmalarında anlamını bilmediği halde, cümle içerisinde birçok Arapça kelime kullanıyordu. Yıllar sonra bu durumu açıklarken:" Bu kelimeleri kullanınca kalabalık coşuyor. Danışmanlarım, konuşma metinlerini hazırlarken bazı Arapça kelimeleri buluyor, metne ekliyorduk. Ben de aralarda kullanıyordum." ifadesini dile getirmişti. 

Yine Turgut Özal seçim döneminde halktan oy toplamak için sürekli dini söylemlerde bulunmuştu. Anavatan Partisi iktidara geldikten sonra meclis koridorları takunyalılarla dolmuştu. Kağıt üzerinde laikiz. Bu hareketler de anayasanın 24.maddesine göre suçtur. Ancak ne yazık ki pratikte hiç öyle görünmüyor. 

Tayyip Erdoğan, 2003 yılında Muş’ta Malazgirt Zaferi’nin 932.yıl dönümünde yaptığı konuşmada : “Diyojen ve askerleri, batarya batarya, gülle gülle saldırırken, onun karşısında Sultan Alparslan ve askerleri ‘Allah Allah', ‘Vatan vatan' diye saldırıyordu” demişti. Barut 250 yıl sonra icat edilmesine rağmen, Bizans’a top kullandırmıştı.

2011 yılında AKP Bursa milletvekili Hüseyin Şahin, partililerin Ankara ziyaretinde "Arkadaşlarım sayın Başbakanımıza yakınen sorular sordular, elini sıktılar. Sayın Başbakanımıza dokunmak bile inanın bence ibadettir. Ben bunu söylüyorum" dedi. Tayyip Erdoğan putlaştırılmıştı ve bu islama tamamen aykırı idi. 

Yine 2011 yılında Türk Standartları Enstitüsü, Diyanet ile yaptığı işbirliği sonrası icrahatta helal üretim sertifikası aranacağını bildirdi.

2012 yılında Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in açıkladığı torba yasa ile birlikte cami yaptıranlara vergi indirimi uygulanacaktı.

Hüseyin Çelik Kanal A’da katıldığı bir programda gelen soru üzerine: “Gençliğe Hitabe ve Andımız ayet mi? Neden okunsun?” Gibi ifadeler kullanmıştı. Yine aynı programda : “ Atatürk’ü koruma kanunu ne büyük hüsran. Peygamberi koruma kanunu neden yok?” demişti. 

Meclis grup toplantısına elinde dönemin gazeteleri ile gelen Tayyip Erdoğan: “ Tek parti CHP camileri ahır yaptı” diyerek yine din sömürüsü yapmıştı. Halbuki gösterdiği gazetedeki haberde, Yunanların Anadolu’yu işgali sırasında camilere verdiği zararları ve hatta bazılarını ahır yaptığını yazıyordu. Ancak bu saldırmaları bitmiyordu. Dil devrimi ile birlikte Türkçeleştirilen ezanın artık halk tarafından da anlaşılması sağlanmasına “ Bunlar ezanları susturdu” şeklinde iftira atmıştı.

Balyoz darbe iddiasının gerekçesi ne idi onlar için? Camileri bombalayacaklar!

2012 yılının sonunda yapılan görüşmelerde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2013 yılı bütçesi 4 milyar 600 milyon TL olarak belirlenmişti. Bu miktar Sağlık, Kültür, İçişleri, Dışişleri Bakanlıkları dahil 11 bakanlığın bütçesinden daha fazlaydı. 

Ankara’da bir lisede “Fatih Projesi”ni anlatan Tayyip Erdoğan: “Dindar nesil yetiştireceğiz, dindar olmasın da tinerci mi olsun?” ifadelerini kullanıp tinercileri din düşmanı ilan etmişti. Ayrıca dindar olmayanları da tinerci yapmıştı. 

AKP Kırklareli İl Başkanı Hüsmen Ağa Terkin, Hz. Muhammet’e nüfuz cüzdanı çıkararak Tayyip Erdoğan’ı da onun çocukları arasına koymuştu. Resmen dini kullanılarak şov yapıyorlardı. 

Gezi eylemlerinde polisin sıktığı gazdan kaçan insanların camiye sığınmalarını “camiye ayakkabı ile girdiler” diyerek insanları kışkırtan Erdoğan, bununla da yetinmeyip “ Gezi Parkı’nda içki içip zina yaptılar” demişti.

Tabi en büyük yalanlardan biri de Kabataş iskelesinde baş örtülü ve bebek arabalı bir kadına, çıplak adamlar saldırdı, tecavüz etti yalanı idi. Her yerde çıkıp söyledi Erdoğan bunu. Onun yalaka yandaş gazetecileri de “Evet görüntüleri gözlerimizle gördük. Malesef doğru” gibi ifadeler kullandılar. Fakat daha sonra bunun yalan olduğu ortaya çıkınca çıkıp özür bile dilemediler. 

Toplumun imkanlarını elinden alıp, eğitimi zorlaştırıp, insanları okumaktan, araştırmaktan, sorgulamaktan uzaklaştırıp, cahil bırakıp ardından da dini kullanarak algı yönetenler, tarih sahnesinden hiç de iyi bir şekilde ayrılmamışlardır. II.Abdülhamit, Vahdettin, İskilipli Atıf, Şeyh Sait, Adnan Menderes, Necmettin Erbakan. Sıradakini ise çok iyi biliyorsunuz. 

İşte laiklik bunu engellemeye çalışmıştır. Din sömürüsü olmadan çağdaş bir toplum, devlet ve yaşama sahip olmaktır laiklik. İnsanca yaşamaktır. Özgürlük demektir, eşitlik, adalet, aydınlık, bağımsızlık demektir laiklik. Dinsizlik değil!

28 Ekim 2014 Salı

Gizemli Medeniyetler/Yapılar - Göbeklitepe

                      Yıl 1963. İstanbul Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi ortak bir proje yürütmeye başlar. Prof. Dr. Halet Çambel ve R.J. Braidwood başkanlığında başlayan Güneydoğu Anadolu Tarih Öncesi Araştırmaları Projesi, Güneydoğu Anadolu bölgesi illerimizdeki Cilalı Taş, Bakır, Tunç, Hellenistik, Roma, Bizans ve İslam dönemleri ile birlikte Yakın Çağ'a ait bir çok buluntuları ortaya çıkarmıştır. 

                      Projenin başkanlarından Prof. Dr. Halet Çambel, 12 Ocak 2014 günü 98 yaşındayken hayatını kaybetti. Bu büyük bilim insanı hayatını, Anadolu'nun keşfedilmeyi bekleyen  tarih öncesi değerlerini ortaya çıkarmaya adamıştır. ( Halet Çambel aynı zamanda olimpiyatlara katılan ilk Türk kadın sporcudur. 1936 )
                   
                      Güneydoğu Anadolu Tarih Öncesi Araştırmaları Projesi dahilinde Prof. Dr. Halet Çambel, Siirt, Diyabakır ve Şanlıurfa'da öğrenci ekipleri ile büyük ve kapsamlı bir yüzey araştırması gerçeleştirir.



                         Bu araştırmanın Şanlıurfa ayağında gerçekleştirilen Biris mezarlığı ve Söğüt Tarlası (höyük) kazılarının sonucunda bölgenin önemli bir yerleşim yeri olabileceği sonucuna varılmış fakat daha sonra başka bir çalışma yapılmamıştır.
         
                        Aradan 17 sene geçer. Amerikalı arkeolog Peter Benedict, aynı bölgenin öneminden "Güneydoğu Anadolu Yüzey Çalışmaları" adlı makalesinde bahsetmiştir. Ama yine konunun üzerine giden olmamıştır.
             
                       Nereden bilebilirlerdi ki bu bölgenin dünya tarihi açısından büyük bir öneme sahip olduğunu, o toprağın altında yatan cevherin değerini?

                       Bu sefer aradan 14 yıl geçer. Sene 1994. Almanya Hiedelberg Üniversitesi'nden arkeolog Yard. Doç. Dr. Klaus Schmidt tarafından bölgede bir yüzey araştırması daha yapılır. ( Klaus Schmidt 1999 yılında Doçent, 2007 yılında da Profesor ünvanı alır. )

                       Bu sefer çalışmalar havada kalmayacaktı. Arkeolog Klaus Schmidt, yüzey araştırmasından sonra kazıları sürdürme kararı alır ve 1995 yılında Şanlıurfa Müzesi başkanlığında, İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü'nden Harold Hauptmann'ın da bilimsel danışmanlığında bir yüzey araştırması daha yapılır. 


                        Kazı alanı Şanlıurfa il merkezine 15 km uzaklıkta bulunan Örencik köyü yakınlarındadır.

                        Yürütülen kazılarda konut olma ihtimali taşıyan hiç bir yapıya rastlanmamıştır. Ancak yine de çok sayıda anıtsal kült ortaya çıkarılmıştır.

                        Jeofizik araştırmaların sonucunda boyları 7 metreye ulaşan 300 civarında tek parça taş blokun (dikilitaş) kullanıldığı tespit edilmiştir. Bunların yakın çevredeki kayalık platodan kesilip işlendikten sonra getirilmiş olduğu tahmin ediliyor.
                
                       Yine aynı alanda hangi amaçla yapıldığı belirlenemeyen bazı oyuklar ve kazıntılar da yer almaktadır. Ayrıca platonun çoğunlukla batı kısmında bulunan ve derinliği 3 metreyi bulan çukurların bir tür sarnıç olduğu sanılmaktadır.

                       Burada ortaya çıkan  yapılar, T biçimindeki 12 dikilitaşın yuvarlak planda dizilmiş, araları da taş duvarlarla örülmüştür. Merkezinde ise daha büyük boyda 2 dikilitaş yer almaktadır.

Arka tarafta sağda 2 büyük dikilitaş desteklerle ayakta tutulmaya çalışılıyor. 
               
                    Konum olarak Toros Dağları, Karaca Dağ, Şanlıurfa platosu ile Fırat ovasını ayıran dağ silsilesi ve Harran Ovası'nın arasında 90 dönümlük alanı kaplamaktadır.

                    Yapılan radyo karbon testlerin sonucu, yapıların en eskisinin M.Ö. 10.000'li yılların ortalarında inşa edildiği görülmüştür. 
    
                    İnsanlık tarihinin bilinen en eski yapısı haline gelen Göbeklitepe'nin bir dini mabet olduğu düşünülmektedir ve yapıları inşaa etmek için en az 500 kişinin çalışmış olması gerektiği düşünülmektedir.

                    Genel özellikleri itibariyle Göbeklitepe'de yer alan bu yapıdaki dikilitaşlardan ikisinde aslan kabartması vardır. Ayrıca diğer dikilitaşlarda kullanılan motiflerde kedigiller, boğa, yaban domuzu, tilki, turna, ördek, akbaba, sırtlan, ceylan, yabani eşek, yılan, örümcek ve akrep gibi yabani hayvanlar görülmektedir.






                    Yapı 4 tabakadan oluşur. Bunlardan ilki yüzey dolgusudur. 2.tabakanın A yapısı  dikilitaşlı köşeli yapıdır. B yapısı ise yuvarlak ve oval planda inşa edilmiştir. İnşa  sırasında taşların  arasında 2 cm kalınlıkta  balçık harç kullanılmıştır.

                     Kazılar sırasında çakmaktaşından yapılmış nesneler, taş aletler ve öğütme taşları bulunmuştur. Bunun dışında  kırık hayvan boynuzu ve kemiklerinin de burada bulunması inşa sırasında kullanılmış olabileceği ihtimalini de doğuruyor.

                     Göbeklitepe, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını koruma Kanunu gereğince, Diyarbakır Kültür Varlıklarını koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü'nün 27.09.2005 tarihinde, 422 numaralı kararıyla 1.Derece Arkeolojik Sit Alanı olarak tescillenmiştir. UNESCO tarafından da 15.04.2011 tarihinde Dünya Mirasları Listesi'ne aday gösterilmiştir.

                     Bugün dünya genelinde arkeologların, tarihçilerin ve sanat tarihçilerinin gözü kulağı adeta Göbeklitepe'dedir. Çünkü 12.000 yıllık bu mabet tarihi yeniden yazdıracak seviyededir. Her geçen gün de hayret uyandıran yeni bulgular ortaya çıkmaya devam etmektedir.

                     Özellikle de kazıda çıkarılan taş aletlerin yapımında kullanılan taşların kaynağının Kapadokya, Van Gölü ve Kuzey Anadolu'da olması mabedi daha da gizemli hale getiriyor.

                     Göbeklitepe bugün önemli turizm bölgesi haline de gelmiştir. Sadece Türkiye'den değil, dünyanın birçok yerinden insanların geldiği Göbeklitepe'ye üniversite öğrencileri tarafından da ilgi oldukça yoğun.



                            
                        Göbeklitepe'nin önemini fazlasıyla kavrayan ve hayatını adeta buraya adayan hatta 20 sene da burada çalışma yapmayı planladığını söyleyen kazı başkanı Prof. Dr. Klaus Schmidt, 20 Temmuz 2014 günü 60 yaşındayken Almanya'da hayatını kaybetti. Acaba ondan sonra Göbeklitepe gereken değeri görecek mi?

                         Şanlıurfa'nın Yeni Mahalle, Karahan, Sefer Tepe ve Hamzan Tepe gibi yerlerinde T biçiminde sütunların bulunması, Nevali Çori'de yapılan kazılarda ortaya çıkarılan mimari öğeler Göbeklitepe'ye olan ilgiyi daha da artıracaktır. Nevali Çori ( M.Ö.8000'lere dayanan bir höyük ) kazılarında da T biçiminde sütunlar ortaya çıkarılmıştır. Yine Diyarbakır'ın Ergani ilçesinin Sesverenpınar köyünde yer alan, kazı çalışmaları hala devam etmekte olan Çayönü Höyüğü'nde yuvarlak planlı çukur yapılar ( Göbeklitepe'de görülen yapı tipi ), ızgara planlı yapılar, kanallı yapılar, taş döşemeli yapılar, hücre planlı yapılar ve geniş odalı yapıların mevcut olması burada M.Ö. 8000'lerde ileri bir medeniyetin mevcut olduğu söylenebilir. Bu kadar yakın coğrafyalarda aynı tip mimari öğelerin bulunması ve en erkeninin de 10.000 yıllık olması, dünya tarihini yeniden yazdıracaktır





Çayönü Höyüğü'nde ızgara planlı yapılar


                           Sonuç olarak gerek Göbeklitepe gerekse çevresinde yapılan kazılarda 10.000-12.000 sene öncesine dayanan yapıların bulunması, kalıplaşmış tarih anlayışını yıktığını söyleyebiliriz. 

                           Bu kazıların daha ileriye gitmesi, bulguların artması halinde Mezopotamya medeniyetlerinin ( Sümerler, Babiller, Akadlar, Elamlar, Asurlar, Urartular vs ) geçmişlerini daha ayrıntılı bir şekilde ortaya çıkarabilir ve btılıların tarih tezini yıkabilir. Bu da Batılıların ari ırk tezini ve dünya dillerine yaptıkları gruplandırmayı ( Özellikle Hint-Avrupa dil ailesini ortaya ataran Avrupalılar kendilerini Hindistan'dan göçtüğü kabul ettikleri Mezopotamya medeniyetlerinin torunları olduklarını sanıyorlar ) tamamen kırar. 

                          Batı merkezli tarih anlayışını değiştirecek olan Göbeklitepe, umarız tarihi sürekli kendi amaçları doğrultusunda yazan emperyalist Batılılara karşı gerçekleri saptırmadan tarafsız bir biçimde anlatmada başlangıç olur. Tarih de Batı merkezli yazılmaktan kurtulmuş olur. 



KAYNAKÇA:
-Serap Özdöl, Çanak Çömleksiz Neolitik Çağda Güneydoğu Anadolu'da Din ve Sosyal Yapı.
- urfakultur.gov.tr
-Brian Haughton, http://www.ancient.eu.com/article/234/Göbekli Tepe – The World's First Temple
-31. Kazı Sonuçları Toplantısı
- 32. Kazı Sonuçları Toplantısı
- 33. Kazı Sonuçları Toplantısı
34. Kazı Sonuçları Toplantısı