21 Şubat 2015 Cumartesi

İTC Yazıları / HAÇI YOK ETMEK İÇİN KULLANDIĞIMIZ HİLAL, YENİ BİR HAÇ OLMASIN!


          Takvimler  0cak 1915’i gösterirken Osmanlı Devleti, Kuzey Afrika’daki gelişmeleri yakından takip ediyordu. Fas, Cezayir ve Tunus’ta ortaya çıkan ayaklanmalardan yararlanmak istiyordu. Bunun için bağımsızlık hareketlerini desteklemek, buralarda propaganda yapmak ve hareketin yaygınlaşmasını sağlamak için bir heyet oluşturulur. Bu heyet ilk etapta Berlin’e gider. Burada, nasıl hareket edileceğine dair esaslar belirlenir. 
            Özellikle Fas’ın stratejik konumu gereği Harbiye Nezareti, Teşkilatı Mahsusa’nın kontrolünde ve koordinasyonunda burada bir operasyon planlar. Plana göre; Fransa işgalindeki Fas’ta aşiretler arasındaki bağımsızlık heyecanı giderek arttığından, Türk Ordusu’nun Mısır’ı işgal etmesi durumunda aşiretlere doğrudan destek sağlanabilir. 
            Bu operasyonun yürütme merkezi, Büyük Harp’te tarafsız konumda bulunan İspanya olarak belirlenir. Afrika’da düşman boyunduruğu altında bulunan Müslümanlarla temas kurmak üzere Binbaşı Tahir görevlendirilir ve beraberindeki Mülazım İsmet, Mülazım Remzi ve Mülazım Nuri ile İspanya’ya gitmek için yola çıkarlar. 
             Ekip önce Viyana’ya gider. Burada Arnavut pasaportu alıp İtalya’ya geçerler. İtalyanların sıkı kontrollerine rağmen Ocak ayının ilk haftasında İspanya’ya varırlar ve hemen işe koyulurlar. Binbaşı Tahir Fransızların, Fas tahtından indirdikleri Mevlay Hafız ile Barselona’da görüşür. Mevlay Hafız ilgiden çok memnun kalır. 
             Bu arada operasyonun önemli merkezi üssü olan Osmanlı Devleti’nin Madrid Büyükelçiliği büyük mali sıkıntılar yaşamaktadır. Kira borcu ödenememektedir,elektrik ve telefon hatları kesilmek üzeredir, çalışanların maaşları Maslahatgüzar Vassik el-Muayyad tarafından karşılanmaktadır. 
              Ocak ayının sonlarına doğru Madrid’de Osmanlı Büyükelçiliği ile Alman Büyükelçiliği, Fas’ta yürütülecek olan operasyon için anlaşma sağlanır. Alman Büyükelçiliği, Faslı aşiretlere dağıtmak üzere 100.000 Frank, 20.000 tüfek ve 50.000 fişeği Binbaşı Tahir’e gönderecektir. 
              Fransızlar ise İspanya’da bulunan Mevlay Hafız’ın sınır dışı edilmesini ister ancak bu İspanya Hükümeti tarafından reddedilir. Kısa zamanda İspanya ile Mevlay Hafız arasında ittifak sağlanır. Bundan sonra Fas’ta yerli aşiretlerle Fransız işgal kuvvetleri arasında çarpışmalar meydana gelir ve karışıklıklar artar. 
              Mevlay Hafız, Binbaşı Tahir ile yaptığı görüşmenin ardından Fas’taki ayaklanmanın başına geçmeyi kabul eder ancak bazı şartlar öne sürer. Bunlar; kendisinin Fas üzerindeki saltanatını İttifak Devletleri’nin tanıması, aşiretlerin genel ayaklanmasını sağlamak ve başarıyla sonuçlandırmak için gerekli olan paranın Osmanlı ve Almanya tarafından Mevlay Hafız’a verilmesi, olası başarısızlığın ardından Mevlay Hafız’a İstanbul’da bir saray ve mevkisine göre bir maaş verilmesi.
              Binbaşı Tahir ile birlikte gelip Fas’a geçen subayların etkin propagandaları sonuç bulur ve buradaki Berberi kabileler, General Henry’nin birliklerine saldırır. Dönemin Fransız basınında çıkan haberlere göre şiddetli çarpışmalar gerçekleşir ve Fransızlar önemli kayıplar verir. 
              Mart ayı içerisinde, faaliyetlerin sürdürülebilmesi için İstanbul’dan Binbaşı Tahir’e 112.000 Peseta para aktarılır. Binbaşı Tahir, bölgenin ileri gelenleri kazanmak için kendilerine nişan ve madalya verme yöntemini Hariciye Nezareti’ne teklif eder. Teklif padişahın fermanıyla kabul edilir. 
              Mayıs ayı ortasında Mevlay Hafız, Binbaşı Tahir’in rütbesinin iki rütbe birden yükseltilmesini Harbiye Nezareti’nden rica eder. Bunun üzerine Enver Paşa, Sultan Reşad’ın Tahir Bey’in rütbesini miralaylığa(albay) yükselttiğini bildirir. 

Padişahın Cihad İlanı ve Fransızların Giderek Güç Kaybetmesi

              Fas’ta yürütülen faaliyetlerin ilk etkin sonuçları Haziran ayında görülmeye başlanır. Tanca, El Kasser, Larache, Tetouan ve Melilla’daki aşiretler Fransız kuvvetlerine saldırır. Bu saldırıların hemen sonrasında Fez-Meknes’te Tadla’da, Atlas Dağlarının doğusunda ve kuzeydoğusunda Berberi aşiretler Fransız birliklerine saldırır. Artık saldırılar genele yayılmıştır. 
              Miralay Tahir, Enver Paşa’ya gönderdiği “çok gizli” ibareli raporda Mevlay Hafız’ın Fas’a geçmesi için ancak ve ancak uçak ve ya denizaltıyla gidebileceğini belirtir. Ancak Almanya’dan bir uçak geleceğini haber aldıklarında Mevlay Hafız’ın gitmeye niyeti olmadığını, harekatı Barselona’dan yönetmek niyetinde olduğunu da ekler. Miralay Tahir’e göre ise Fransızlara karşı yürütülecek isyan için iki önemli nokta vardır. Birincisi, aşiretlerin bir araya gelip aynı anda eylemlere kalkışmalarını sağlamak ; ikincisi de Mevlay Hafız’ın Fas’a gidip aşiretlerin başına geçmesidir. 
              Miralay Tahir’in istediği nişanlar ve madalyalar bir türlü gönderilemez. Ayrıca Fransızlar, bazı aşiretleri yanına çekebilmek için 125.000 Frank dağıtmıştır. 
               Enver Paşa, Ağustos ayından gönderdiği bir telgrafta madalyaları Osmanlı’nın Cenevre Konsolosluğu’na göndereceğini ve oradan aldırmalarını söyler. 
               Sultan Reşad’ın Fas’ta cihad ilanından sonra isyan daha da büyür ve Fransa’yı zor durumda bırakır. Fransa, 60.000 askerini Fas’ta tutmaya mecbur kalır ve Çanakkale’ye gönderemez. Aşiretlerin artan saldırıları nedeniyle Fransa, 1904’ten beri Kuzey Afrika’daki çarpışmalarda verdiği kaybın yarısı kadarını, son saldırılarda vermişlerdir.  
                Miralay Tahir, Eylül ayında Enver Paşa ile yaptığı yazışmada Mevlay Hafız’ın hala Fas’a geçemediğini, Fransızların bütün geçiş yollarını tuttuğunu belirtir. 
               İngilizler ve Fransızların yoğun baskısına artık dayanamayan İspanya Hükümeti, Mevlay Hafız’dan Barselona’yı hemen terk etmesini aksi takdirde sınır dışı edileceğini iletir. Bunun üzerine Mevlay Hafız Aragon’a geçer. Daha sonra İspanya Kralı Alfonso, davetine teşrif eden Mevlay Hafız’a Barselona’daki Fransız casusların çok sayıda olduğunu, Endülüs’te oturması halinde hükümetin daha fazla kolaylık sağlayacağını söyler. 
               İspanya basınında Mevlay Hafız’ın sürekli lehine haberlerin yapılması, kaldığı evin hükümetçe sıkı koruma altında olması, İspanya Hükümeti’nin Mevlay Hafız’ı açıktan desteklemesine Osmanlı’nın Madrid Maslahatgüzarı Vassik el-Muayyad karşı çıkar. İspanya’nın bu meselede taraf olmasının doğru olmadığını, Mevlay Hafız’ın Fas’a geçmeden hareketi yönetmesi gerektiğini Enver Paşa’ya iletir. 

Almanlarla İlk Karşı Karşıya Geliş

                 Fakat bu sırada bir gelişme daha yaşanır. Almanya, Mevlay Hafız’ı kendi kontrolü altına almak istediğini ve bu işten Osmanlı’nın ayrılması gerektiğini söyler. Miralay Tahir ise bu durumun Fransızlara koz vereceğini Almanlara anlatır. Almanlar bu hareketiyle, Mevlay Hafız’ı maaşlı bir memur olmayı teklif etmiş oluyordu. 
                  Vassik el-Muayyad’a yaşadığı görüş ayrılığından sonra operasyonun ilerlemesi noktasında güveni kalmayan Miralay Tahir, maslahatgüzarın değiştirilmesini Harbiye Nezareti’ne  arz eder. Bunun üzerine Ekim ayında Vassik el-Muayyad görevden alınır ve yerine İbrahim Ziya Bey atanır. 
                  Osmanlı Devleti’nden taleplerine kesin cevap alamayan aşiretler hareketsizliğe hatta dağılmaya başlamışlardır. Miralay Tahir de Almanların bugüne kadar vaat ettikleri hiçbir şeyi yerine getirmemesinden şikayetçidir. 
                   Almanlar hayati bir hata yaparlar. Harekatı kendileri yönetme arzularından dolayı, bazı Alman subayları bölgede Osmanlı subaylarının yetersizliğini bahane göstererek Melilla’ya geçerler ve bulundukları yere Alman bayrağı dikerler. Bunun üzerine bu Alman subaylar aşiretler tarafından alı konularak soyulur ve ölesiye dövülür. 

Almanlarla Miralay Tahir'in Arası Açılıyor

                   Bayrak hadisesinin ardından Mevlay Hafız, Alman Büyükelçiliği’nin kendisine gönderdiği para için sert bir karşılık verir. Kendisini bugüne kadar hep destekleyen Miralay Tahir’i takdir etmeyen sefirin gönderdiği parayı kabul etmediğini, en sıkıntılı zamanında kapılarını açan Osmanlı Devleti’yle, tek başına yardıma gelen Tahir Bey’den ayrılarak kendileriyle çalışmayı şerefsizlik saydığını belirtir.  
                    Bu olay üzerine Alman Büyükelçisi ile Miralay Tahir’in arası açılır. Büyükelçi ise Miralay Tahir’in Mevlay Hafız’a yalan söyleyerek onu kandırdığını söyleyerek aşağılar. Kendisinin amacının sadece ihtilal yapmak olduğu, sonrasında Fas’ın kaderini tayin etmenin onun görevi olmadığını söyler. 
                     Miralay Tahir de bu söylemlerin ardından görevden affını ister ancak büyükelçinin değişmesi durumunda kalacağını söyler. Harbiye Nezareti’nden gelen cevapta ise müttefikimiz Almanlarla iyi geçinmesi emredilir. 
                     Bugüne kadar hiçbir vaadini yerine getirmeyen, para yardımı yapmayan, ihtiyaç olunan uçağı göndermeyen ve hatta Osmanlı’dan bile gizlice Rif kıyılarında aşiretlere silah yardımı yapmaya kalkan Almanlar sonunda General Falkenhayn’ın emriyle Miralay Tahir’i görevden aldırır. 
                     Miralay Tahir ve diğer üç subayımız Hindistan’daki gelişmeler hakkında bilgi toplamak ve propaganda yapmak amacıyla Haziran 1916’da  Amerika Birleşik Devletleri’ne atanırlar ancak mali sıkıntılardan dolayı gidemezler, İspanya’da zor durumda kalırlar. 
                     Hariciye Nezareti tarafından subayların seyahatleri için gönderilen paralara da Alman Büyükelçiliği el koyar. Sebep olarak da ABD’ye gidişleri sağlama alındığı için bu paraya ihtiyaçları kalmadığını gösterir. Halbuki böyle bir durum yoktur. Son olarak subaylar Harbiye Nezareti’nin gönderdiği paralarla kira borçlarını öderler. 
                      Teğmen İsmet, Teğmen Nuri, Teğmen Remzi ayrılmadan önce Enver Paşa’ya bir telgraf gönderirler. Telgrafta, bir İngiliz casus olan Prens Aziz’in Miralay Tahir tarafından içlerine sokulduğu, bu yüzden de Almanların harekatı tek başlarına yönetmelerine engel olamadıklarını, buna sebep olanların ne Berlin’e ne de İstanbul’a gidecek yüzlerinin olmadığını belirterek sitemde bulunurlar. 
                      Sonuç olarak Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar ile müttefik olmasına rağmen Almanların da, Osmanlı’yı Kuzey Afrika’dan uzak tutmaya çalıştığı çok açıktır. Halbuki Fas’taki yerel aşiretlerin bağımsızlık hareketine katılması için Türk subayların çabaları aynı zamanda Almanların bu operasyona ne kadar destek verdiği de ortadadır. Hiçbir yardım göndermeden, el altından işler çevirerek, Fas’ın dahi menfaatini düşünmeyip harekatı tehlikeye atan Almanlar zaten bu operasyonda muvaffak olamamışlardır. Amaç İtilaf Devletleri’ni başarısızlığa uğratmak iken Almanlar, kendi egolarına yenilip amaçtan sapmışlar ve harcanan bunca çabayı bir kenara itmişler, müttefiki Osmanlı’yı da zor durumda bırakmışlardır. 
                                                                                                                        
                                                                                                                        
                                                                                                               

Kaynak:
-Teşkilatı Mahsusa Tarihi / Cilt 1 – Ahmet Tetik

                  
                   
             
             

            

         
         


16 Şubat 2015 Pazartesi

İTC Yazıları / Teşkilatı Mahsusa’nın Kafkasya’daki Faaliyetleri

                    Osmanlı Devleti’nin son dönemine hem askeri hem de siyasi anlamda damgasını vuran İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1.Dünya Savaşı’nın kaybedilmesiyle birlikte devlet yönetiminde etkisini yitirmiştir. Ancak iktidarda olduğu 1913-1918 yılları arasında devlet yönetiminde uyguladığı devrimci politikalarla birlikte askeri alanda da gerçekleştirilen faaliyetler özellikle de savaşlar dönemine denk gelmesinden dolayı derin izler bırakmıştır.

                  1913 yılında gerçekleştirilen Bab-ı Ali baskınıyla birlikte iktidara gelen bu vatanperver cemiyet, Balkan Savaşı’nda yaşanılanlardan ders çıkararak devletin ve milletin geleceğini kurtarmak için kolları sıvamıştır.

                   Enver Paşa’nın 1914’te Harbiye Nazırı olmasıyla birlikte, 1911 yılında kurulmuş olan ve ilk faaliyetlerini Trablusgarp Savaşı’nda gerçekleştiren Teşkilatı Mahsusa ( gönüllülerden oluşturulan bölük ve taburlar ) daha etkin hale getirilir. Enver Paşa’ya doğrudan bağlı olan bu teşkilatın başına da başkan olarak Binbaşı Süleyman Askeri getirilir.

                    Artık Teşkilatı Mahsusa devletin her noktasında ve yurt dışında örgütlenmeye başlar. İspanya, Fas, Rusya, İran, Kafkasya, Ortadoğu, Trablusgarp ve Arap yarımadasına kadar uzanan bir örgüt haline gelmiştir. 1916 yılında 30.000 üyeye ulaşmıştır. Amacı ise, imparatorluk içindeki ihanet şebekelerini ortadan kaldırmak, gelişen milliyetçilik hareketlerini bastırmak, kontrol altında tutmak, dışarıdaki belirli hedeflere sabotajlarda bulunmak, Osmanlı topraklarında bulunan bütün gizli servislere karşı mücadele etmektir. Teşkilatın ideolojisi Pantürkizm’dir.

                    Teşkilatın ilk teşkili 17 Kasım 1913 tarihine rastlamaktadır. Bu tarihte resmen padişah emri ile kurulduğu söylense de bu ispatlanamamaktadır. Çünkü 1918 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelenlerine Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemelerinde yöneltilen “ bir takım hilelerle, oyunlarla Cihan Harbine girmeyi bir emri vaki haline getirdikten sonra, gizli gayelerini harp esnasında hayata geçirmek düşüncesiyle, özel ve gizli eylemlerle hareket edecek şekilde, İstanbul’da iştigal etmek üzere ‘Teşkilatı Mahsusa’ adı altında meydana getirdikleri bir komitenin yaptıklarından sorumlu tutulma ” suçundan dolayı, Harbiye Nezaretince teşkilatın lağv edilmesi emri verilmiştir.

                     Tasfiye işlemlerini yürütmek üzere Süvari Yarbay Hüsamettin Ertürk görevlendirilir. Yapılan işlemler sonucu teşkilata ait tüm evrak ve belgeler Harbiye Nezaretince kaldırılmış ve Dahiliye Nezaretine saklanmak üzere gönderilmiştir.

                     Bizim burada asıl olarak ele alacağımız konu Teşkilatı Mahsusa’nın Kafkasya’daki faaliyetleridir.

                      Seferberliğin ilan edilmesinin ardından teşkilat üyeleri çeşitli bölgelerde görevlendirilir. Teşkilatı Mahsusa’nın siyasi bölüm şefi ve İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkezi Umumisi ( genel merkez ) üyesi olan Dr. Bahattin Şakir, Dahiliye Nazırı Talat Bey tarafından Erzurum’a gönderilir. Bunun dışında Rıza Bey de Trabzon’a gönderilir. Rize Mutasarrıfı Cemal Azmi Bey de Trabzon’a vali olarak atanır.
                      Harbin ilanından önce yapılacak işler: Ulaşım yollarının kesilmesi, düşman toplanma noktaları, kuvvetlerinin miktarı, hangi birliklerden meydana geldiği, hangi mevkilerde ve hatlarda ne şekilde tahkimat ve hazırlıklar yaptığına dair bilgilerin elde edilmesi ve mümkün olan en kısa sürede bildirilmesi. Silahlı ya da silahsız bütün personelin yapacağı ilk iş; telgraf ve telefon hatlarını her tarafta mümkün olduğu kadar çok yerden kesip tahrip etmek ve onarılmalarını engellemek.

                       Binbaşı Süleyman Askeri, 5 Ekim 1914 tarihinde Dr.Bahattin Şakir’e gönderdiği telgrafta “Kafkas ihtilalini bir merkez ve intizama bağlamak” üzere Erzurum’da genel merkez kurulmasını dile getirir. Bunun üzerine genel merkezi Dr. Bahattin Şakir, Erzurum Valisi Tahsin Bey ve Hilmi Bey’den oluşan Kafkas İhtilal Cemiyeti kurulur. Ayrıca genel merkeze bağlı olmak üzere Van ve Trabzon’da da bölge idare heyetleri oluşturulur.

                       Dr. Bahattin Şakir burada gönüllülerden oluşan bir Teşkilatı Mahsusa birliği kurar. Bu birliği kurarken mahkumlardan da yararlanılır. Askerlik yaşına girmiş bir yıl ve ya daha fazla hapis, geçici sürgün cezasıyla ve ya ağır cezalı suçlar ile mahkum bulunanlar ve de askerlik yaşına girmemiş hafif ve ağır cezalı mahkumlar savaş alanına gönderilmelerini isteyebilir. Bunlardan ahlak ve vücut bakımından gerekli niteliklere sahip olanlar askeri kıtalara yollanırlar. Dr. Bahattin Şakir’e bağlı kuvvetlerde de mahkumlar vardı.

                      Fakat bu birliğin ihtiyacı çoktur. Çorap, eldiven, pamuklu gömlek, sıhhi personel ile malzeme ve tabi ki cephane.

                      1914 yılının sonunda Teşkilatı Mahsusa lideri Binbaşı Süleyman Askeri, İngilizlerin Irak’ı işgal edebileceği ihtimalinden dolayı Enver Paşa tarafından buraya gönderilen 2 tümenin başına geçmek üzere Teşkilatı Mahsusa liderliğinden alınıp Basra Valiliği’ne atanmıştır. Yerine ise Binbaşı Halil, teşkilatın başına geçmiştir.

                        İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin fedailerinden, Bab-ı Ali baskınında da önemli rol oynayan Yakup Cemil de gönüllü kuvvetiyle birlikte 16 Aralık’ta Borçka’ya gelir. O sırada Borçka’da bulunan Rıza Bey, Yakup Cemil’e burada kalmasını ve birlikte ilerleyerek Batum’u zapt etme teklifini ortaya atar. Ancak Yakup Cemil: ”İstanbul emretse bile gene kalmam!” diyerek kendi sonunu hazırlayan başına buyruk hareketlerden ilkini yapmış olur.

                         21 Aralık günü Dr. Bahattin Şakir ve Yakup Cemil’in kuvvetleri savaşın Alman komutanlarından Yarbay Stange’nin emrine verilir. Bu iki kuvvet savunma durumundadırlar. Harekat Artvin’den Ardahan’a yönelmiştir. 1 Ocak 1915 günü Dahiliye Nazırı Talat Bey’e Ardahan’ın zapt edildiği telgrafla bildirilir. Fakat dondurucu soğuk Rus askerlerinden daha etkilidir. Güvenlik için kentin sınırlarına nöbetçi dikmek bile mümkün olmuyordu. Çünkü akşam nöbete bırakılan asker sabaha donmuş halde bulunuyordu.

                          Müfreze Ardanuç’a hareket etmek için Ardahan’dan çekilir. Burada ise sadece Yakup Cemil’in kuvveti kalır. Fakat geri çekilme sırasında çok ciddi kayıplar verilir ve bu harekat çok pahalıya patlar. Kuvvetlerinde de firarlar başlayan Yakup Cemil 13 Ocak’ta Trabzon’a gelir. Ardından Dahiliye Nazırı Talat Bey’e çektiği bir telgrafta İstanbul’a geleceğini bildirir.

                           Müfreze geri çekilmekle meşguldür. Ardanuç’ta bulunan Yarbay Stange, peş peşe geri dönme emirleri yayınlar. Yolların karlarla kaplı olması, yardımların çok geç varması, askerlerin savaşamadan can vermesi müfrezeyi çok zorlar. Dr. Bahattin Şakir çetesi, Köprübaşı’nda sandıklarla cephaneyi bırakarak giderler.                          

                           Düzensiz Teşkilatı Mahsusa kuvvetleriyle yenilgi üzerine yenilgi alan Osmanlı ordusunda bu kuvvetlerin düzenli hale getirilmesine karar verilir ve 24 Nisan 1915 günü Teşkilatı Mahsusa Alayı’nın kurulması çalışmaları başlar.

                            Ancak bu düzenlemenin de bir faydası olmaz ve Osmanlı doğuda çok geniş topraklar kaybeder. Sırasıyla, bu cephede ön saflarda yer alan Yakup Cemil 5 Ocak 1915’te, Dr.Bahattin Şakir 22 Şubat’ta, Rıza Bey 2 Mart’ta ve Yarbay Stange de 7 Ağustos’ta bölgeden ayrılırlar.

                 Sonuç itibariyle, Binbaşı Süleyman Askeri’nin gönüllü çete kuvvetleriyle nizamı harp yapılamayacağı konusundaki uyarıları dikkate alınmaması bize ağır can ve toprak kaybına mal olmuştur. Elbette savaşta stratejik hatalar yapılmıştı, elbette Yakup Cemil gibi kendi başına davranmak isteyenler de vardı ancak özellikle Ruslara karşı böylesine soğuk ve karlı bir coğrafyada düzensiz birliklerle mücadele vermek de en büyük hataydı.


                                                                                       İnciraltı Tarih Cemiyeti
                                                                                             Kaan ARSLAN

                                 

Kaynaklar:
Ahmet Tetik,  Teşkilatı Mahsusa Tarihi Cilt I,  Türkiye İş Bankası Yayınları, 2014
Hikmet Çiçek,  Dr. Bahattin Şakir,  Kaynak Yayınları, 2007
Ergun Hiçyılmaz,  Teşkilatı Mahsusa,  Kaynak Yayınları, 2014
Philip Stoddard,  Teşkilatı Mahsusa,  Arma Yayınları, 2003
 
             

5 Şubat 2015 Perşembe

BİR TÜRLÜ ANLAMAK İSTEMEDİĞİMİZ İLKE - LAİKLİK

Seneler önce, okulda Atatürk İlke ve İnkılapları Tarihi dersindeydik. Hoca sordu:" Anayasada devletin dini belirtiliyor mu?" diye. Arkadaşın biri atladı hemen:" Laiklik diye geçiyor!" . Yani demek istiyor ki; laiklik dinsizliktir, anayasada bu devlet dinsizdir yazıyor. 

Laiklik dinsizlik midir gerçekten? Anayaya, devlet dinsizdir diye yazdıran biri neden Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurdursun? Atatürk dinsiz miydi ve ya dini sevmiyor muydu?

Laikliği bugün sorsak bir çok kişi ( dinsizliktir diyenler hariç), din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır der.  Atatürk,  İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidar olduğu yıllarda, cemiyetin kadrolarının neredeyse tamamının askerlerden oluşmasından ve böylelikle askerin de devlet işlerine çok fazla karışmasından dolayı, ordu ile siyasetin birbirinden ayrılması gerektiğini söyemişti. Bundan dolayı da cemiyet içerisinden çok sert tepki almıştı. Hatta merkezden uzaklaştırmak için Sofya Ateşemiliterliği'ne atanmıştı. Aynı mantıkla düşünecek olursak, Atatürk askeri sevmiyor muydu? Orduya karşı mıydı? Tabiki hayır! Peki nedir bu laiklik?

Laik sözcüğü ilk kez antik Yunanlarda kullanılmıştır. Din adamı olmayanlara "laikus" deniliyordu. Yani din adamlarının yönetmediği bir devlet düzeni demekti laiklik. 

Yani laiklik Yunanlara kadar gitmektedir. Fakat şuan bize gösterilmek istenilen, laikliğin Fransızlardan geldiğidir. Hayır, çok daha öncesi. Laiklik, Avrupa denilen yerde demokrasi, insan hakları, adalet, eşitlik gibi kavramlar daha yokken antik Yunanda ortaya çıkmıştır. 

Atatürk'e göre ise laiklik; çağdaş, uygar bir birey, bir toplum ve bir devlet olarak yaşama kararlılığımızın ilkesidir. Laiklik, 1923 Türk Devrimiyle siyasette, eğitimde, hukukta, kültürde kısacası her alanda yaşama geçirilmiş ve aydınlık bir evreye kavuşmamızı sağlamıştır. 

Evet! Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Ancak bu tanım yeterli değildir. Aynı zamanda laiklik, din ve vicdan özgürlüğüdür. Nedense bugüne kadar hep din ile ilgili kısmı görülüp eleştirildi. O da dinsizlik olarak. Halbuki laik devlet, çağdaş hukuka dayanır. Bireyler kul değil yurttaştır. Kadın ve erkek eşittir. 

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 24.maddesine göre:" Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. 

Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve ya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma ve ya siyasi ve ya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini ve ya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edilemez ve kötüye kullanamaz."

Bu bağlamda baktığımızda ülkemizde anayasal suçların işlendiğini çok rahat söyleyebiliriz. Alevilerin evlerinin kapılarına işaret konularak ölümle tehdit edilmesi, Ramazan Ayı'nda sahur vakti uyanmayan Aleviler'in evlerinin taşlanması, Ramazan'da oruç tutmayan insanlara saldırılması vs. bu anayasal suçlardan bazılarıdır. Tabi hükümet bu suçları görmezden gelip aksine teşvik etmeye devam etmektedir. Bu tür olaylar aslında laikliğin ne kadar da gerekli olduğunu ortaya koymuş oluyor. 

Yine Recep Tayyip Erdoğan, miting meydanlarında sürekli din sömürüsüne dayanan, insanların algılarını dini söylemlerle yöneten konuşmalarıyla resmen anayasal suç işlemiştir. Tabi Adnan Menderes de, Turgut Özal da, Necmettin Erbakan da...

1924 yılında kurulan Terakkipervet Cumhuriyet Fırkası da bu maddeye göre anayasal suç işlendiğinden kapatılmıştır. 

Yani laiklikle ile birlikte din sömürüsü de engellenilmeye çalışılmıştır. Çünkü tarih bize göstermiştir ki din, insan ile Allah arasında iletişim olmaktan çıkmıştır. Milli Mücadele döneminde vatanın bağımsızlığı uğruna canını ortaya koyan yurtseverleri, dini alet ederek hain ilan etmişlerdi. 

İşgalci İngilizleri destekleyen din adamları sürekli Mustafa Kemal ve Ankara Hükümeti'ni hedef alarak fetvalar çıkartıp bildiriler dağıtmışlardır. Örnek olarak Sait Molla, İskilipli Atıf Hoca, Şeyhülislam Mustafa Sabri gibi vatan hainleri gösterilebilir. 

Sait Molla, İngiliz yanlısı birisiydi. Hürriyet ve İtilaf Fırkası üyesiydi. Aynı zamanda İngiliz Muhibleri Cemiyeti ile Teali İslam Cemiyeti'nin kurucusuydu. İngilizler'in yönlendirmesiyle, Hürriyet ve İtilaf Fırkas ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti aracılığıyla Milli Mücadele'ye karşı tavrını ortaya koymuştur. Tabi dini kimliğini de devreye sokarak Teali İslam Cemiyeti ile birlikte Milli Mücadele'ye karşı islamı kullanmıştır. 

Yine bir başka isim İskilipli Atıf Hoca. Milli Mücadele'ye tamamen karşıydı. Çünkü o da koyu bir İngiliz yanlısıydı. Atıf Hoca'nın, Milli Mücadele aleyhtarlığı yaptığı bildirileri Yunan uçaklarıyla Anadolu'nun farklı yerlerine atılmıştı. Bildirilerde Mustafa Kemal ve Ankara Hükümeti'ni ve yine Milli Mücadele'ye destek verenleri, dini kullanarak, hain olduklarını ilan etmişti. 

Adnan Menderes'in iktidara gelirken ve geldikten sonra da din sömürüsü yaptığı çok açıktır. Ezanın tek parti CHP iktidarı döneminde susturulduğunu, Arapça yaparak ezanı tekrardan okutmaya başladıklarını söylemişti. Yine meclisteki gücünden dolayı Demokrat Parti'nin saltanat ve hilafeti geri getirebileceğini söylemişti. 

Süleyman Demirel, başbakanlığı döneminde kürsü ve miting konuşmalarında anlamını bilmediği halde, cümle içerisinde birçok Arapça kelime kullanıyordu. Yıllar sonra bu durumu açıklarken:" Bu kelimeleri kullanınca kalabalık coşuyor. Danışmanlarım, konuşma metinlerini hazırlarken bazı Arapça kelimeleri buluyor, metne ekliyorduk. Ben de aralarda kullanıyordum." ifadesini dile getirmişti. 

Yine Turgut Özal seçim döneminde halktan oy toplamak için sürekli dini söylemlerde bulunmuştu. Anavatan Partisi iktidara geldikten sonra meclis koridorları takunyalılarla dolmuştu. Kağıt üzerinde laikiz. Bu hareketler de anayasanın 24.maddesine göre suçtur. Ancak ne yazık ki pratikte hiç öyle görünmüyor. 

Tayyip Erdoğan, 2003 yılında Muş’ta Malazgirt Zaferi’nin 932.yıl dönümünde yaptığı konuşmada : “Diyojen ve askerleri, batarya batarya, gülle gülle saldırırken, onun karşısında Sultan Alparslan ve askerleri ‘Allah Allah', ‘Vatan vatan' diye saldırıyordu” demişti. Barut 250 yıl sonra icat edilmesine rağmen, Bizans’a top kullandırmıştı.

2011 yılında AKP Bursa milletvekili Hüseyin Şahin, partililerin Ankara ziyaretinde "Arkadaşlarım sayın Başbakanımıza yakınen sorular sordular, elini sıktılar. Sayın Başbakanımıza dokunmak bile inanın bence ibadettir. Ben bunu söylüyorum" dedi. Tayyip Erdoğan putlaştırılmıştı ve bu islama tamamen aykırı idi. 

Yine 2011 yılında Türk Standartları Enstitüsü, Diyanet ile yaptığı işbirliği sonrası icrahatta helal üretim sertifikası aranacağını bildirdi.

2012 yılında Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in açıkladığı torba yasa ile birlikte cami yaptıranlara vergi indirimi uygulanacaktı.

Hüseyin Çelik Kanal A’da katıldığı bir programda gelen soru üzerine: “Gençliğe Hitabe ve Andımız ayet mi? Neden okunsun?” Gibi ifadeler kullanmıştı. Yine aynı programda : “ Atatürk’ü koruma kanunu ne büyük hüsran. Peygamberi koruma kanunu neden yok?” demişti. 

Meclis grup toplantısına elinde dönemin gazeteleri ile gelen Tayyip Erdoğan: “ Tek parti CHP camileri ahır yaptı” diyerek yine din sömürüsü yapmıştı. Halbuki gösterdiği gazetedeki haberde, Yunanların Anadolu’yu işgali sırasında camilere verdiği zararları ve hatta bazılarını ahır yaptığını yazıyordu. Ancak bu saldırmaları bitmiyordu. Dil devrimi ile birlikte Türkçeleştirilen ezanın artık halk tarafından da anlaşılması sağlanmasına “ Bunlar ezanları susturdu” şeklinde iftira atmıştı.

Balyoz darbe iddiasının gerekçesi ne idi onlar için? Camileri bombalayacaklar!

2012 yılının sonunda yapılan görüşmelerde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2013 yılı bütçesi 4 milyar 600 milyon TL olarak belirlenmişti. Bu miktar Sağlık, Kültür, İçişleri, Dışişleri Bakanlıkları dahil 11 bakanlığın bütçesinden daha fazlaydı. 

Ankara’da bir lisede “Fatih Projesi”ni anlatan Tayyip Erdoğan: “Dindar nesil yetiştireceğiz, dindar olmasın da tinerci mi olsun?” ifadelerini kullanıp tinercileri din düşmanı ilan etmişti. Ayrıca dindar olmayanları da tinerci yapmıştı. 

AKP Kırklareli İl Başkanı Hüsmen Ağa Terkin, Hz. Muhammet’e nüfuz cüzdanı çıkararak Tayyip Erdoğan’ı da onun çocukları arasına koymuştu. Resmen dini kullanılarak şov yapıyorlardı. 

Gezi eylemlerinde polisin sıktığı gazdan kaçan insanların camiye sığınmalarını “camiye ayakkabı ile girdiler” diyerek insanları kışkırtan Erdoğan, bununla da yetinmeyip “ Gezi Parkı’nda içki içip zina yaptılar” demişti.

Tabi en büyük yalanlardan biri de Kabataş iskelesinde baş örtülü ve bebek arabalı bir kadına, çıplak adamlar saldırdı, tecavüz etti yalanı idi. Her yerde çıkıp söyledi Erdoğan bunu. Onun yalaka yandaş gazetecileri de “Evet görüntüleri gözlerimizle gördük. Malesef doğru” gibi ifadeler kullandılar. Fakat daha sonra bunun yalan olduğu ortaya çıkınca çıkıp özür bile dilemediler. 

Toplumun imkanlarını elinden alıp, eğitimi zorlaştırıp, insanları okumaktan, araştırmaktan, sorgulamaktan uzaklaştırıp, cahil bırakıp ardından da dini kullanarak algı yönetenler, tarih sahnesinden hiç de iyi bir şekilde ayrılmamışlardır. II.Abdülhamit, Vahdettin, İskilipli Atıf, Şeyh Sait, Adnan Menderes, Necmettin Erbakan. Sıradakini ise çok iyi biliyorsunuz. 

İşte laiklik bunu engellemeye çalışmıştır. Din sömürüsü olmadan çağdaş bir toplum, devlet ve yaşama sahip olmaktır laiklik. İnsanca yaşamaktır. Özgürlük demektir, eşitlik, adalet, aydınlık, bağımsızlık demektir laiklik. Dinsizlik değil!