28 Ekim 2014 Salı

Gizemli Medeniyetler/Yapılar - Göbeklitepe

                      Yıl 1963. İstanbul Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi ortak bir proje yürütmeye başlar. Prof. Dr. Halet Çambel ve R.J. Braidwood başkanlığında başlayan Güneydoğu Anadolu Tarih Öncesi Araştırmaları Projesi, Güneydoğu Anadolu bölgesi illerimizdeki Cilalı Taş, Bakır, Tunç, Hellenistik, Roma, Bizans ve İslam dönemleri ile birlikte Yakın Çağ'a ait bir çok buluntuları ortaya çıkarmıştır. 

                      Projenin başkanlarından Prof. Dr. Halet Çambel, 12 Ocak 2014 günü 98 yaşındayken hayatını kaybetti. Bu büyük bilim insanı hayatını, Anadolu'nun keşfedilmeyi bekleyen  tarih öncesi değerlerini ortaya çıkarmaya adamıştır. ( Halet Çambel aynı zamanda olimpiyatlara katılan ilk Türk kadın sporcudur. 1936 )
                   
                      Güneydoğu Anadolu Tarih Öncesi Araştırmaları Projesi dahilinde Prof. Dr. Halet Çambel, Siirt, Diyabakır ve Şanlıurfa'da öğrenci ekipleri ile büyük ve kapsamlı bir yüzey araştırması gerçeleştirir.



                         Bu araştırmanın Şanlıurfa ayağında gerçekleştirilen Biris mezarlığı ve Söğüt Tarlası (höyük) kazılarının sonucunda bölgenin önemli bir yerleşim yeri olabileceği sonucuna varılmış fakat daha sonra başka bir çalışma yapılmamıştır.
         
                        Aradan 17 sene geçer. Amerikalı arkeolog Peter Benedict, aynı bölgenin öneminden "Güneydoğu Anadolu Yüzey Çalışmaları" adlı makalesinde bahsetmiştir. Ama yine konunun üzerine giden olmamıştır.
             
                       Nereden bilebilirlerdi ki bu bölgenin dünya tarihi açısından büyük bir öneme sahip olduğunu, o toprağın altında yatan cevherin değerini?

                       Bu sefer aradan 14 yıl geçer. Sene 1994. Almanya Hiedelberg Üniversitesi'nden arkeolog Yard. Doç. Dr. Klaus Schmidt tarafından bölgede bir yüzey araştırması daha yapılır. ( Klaus Schmidt 1999 yılında Doçent, 2007 yılında da Profesor ünvanı alır. )

                       Bu sefer çalışmalar havada kalmayacaktı. Arkeolog Klaus Schmidt, yüzey araştırmasından sonra kazıları sürdürme kararı alır ve 1995 yılında Şanlıurfa Müzesi başkanlığında, İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü'nden Harold Hauptmann'ın da bilimsel danışmanlığında bir yüzey araştırması daha yapılır. 


                        Kazı alanı Şanlıurfa il merkezine 15 km uzaklıkta bulunan Örencik köyü yakınlarındadır.

                        Yürütülen kazılarda konut olma ihtimali taşıyan hiç bir yapıya rastlanmamıştır. Ancak yine de çok sayıda anıtsal kült ortaya çıkarılmıştır.

                        Jeofizik araştırmaların sonucunda boyları 7 metreye ulaşan 300 civarında tek parça taş blokun (dikilitaş) kullanıldığı tespit edilmiştir. Bunların yakın çevredeki kayalık platodan kesilip işlendikten sonra getirilmiş olduğu tahmin ediliyor.
                
                       Yine aynı alanda hangi amaçla yapıldığı belirlenemeyen bazı oyuklar ve kazıntılar da yer almaktadır. Ayrıca platonun çoğunlukla batı kısmında bulunan ve derinliği 3 metreyi bulan çukurların bir tür sarnıç olduğu sanılmaktadır.

                       Burada ortaya çıkan  yapılar, T biçimindeki 12 dikilitaşın yuvarlak planda dizilmiş, araları da taş duvarlarla örülmüştür. Merkezinde ise daha büyük boyda 2 dikilitaş yer almaktadır.

Arka tarafta sağda 2 büyük dikilitaş desteklerle ayakta tutulmaya çalışılıyor. 
               
                    Konum olarak Toros Dağları, Karaca Dağ, Şanlıurfa platosu ile Fırat ovasını ayıran dağ silsilesi ve Harran Ovası'nın arasında 90 dönümlük alanı kaplamaktadır.

                    Yapılan radyo karbon testlerin sonucu, yapıların en eskisinin M.Ö. 10.000'li yılların ortalarında inşa edildiği görülmüştür. 
    
                    İnsanlık tarihinin bilinen en eski yapısı haline gelen Göbeklitepe'nin bir dini mabet olduğu düşünülmektedir ve yapıları inşaa etmek için en az 500 kişinin çalışmış olması gerektiği düşünülmektedir.

                    Genel özellikleri itibariyle Göbeklitepe'de yer alan bu yapıdaki dikilitaşlardan ikisinde aslan kabartması vardır. Ayrıca diğer dikilitaşlarda kullanılan motiflerde kedigiller, boğa, yaban domuzu, tilki, turna, ördek, akbaba, sırtlan, ceylan, yabani eşek, yılan, örümcek ve akrep gibi yabani hayvanlar görülmektedir.






                    Yapı 4 tabakadan oluşur. Bunlardan ilki yüzey dolgusudur. 2.tabakanın A yapısı  dikilitaşlı köşeli yapıdır. B yapısı ise yuvarlak ve oval planda inşa edilmiştir. İnşa  sırasında taşların  arasında 2 cm kalınlıkta  balçık harç kullanılmıştır.

                     Kazılar sırasında çakmaktaşından yapılmış nesneler, taş aletler ve öğütme taşları bulunmuştur. Bunun dışında  kırık hayvan boynuzu ve kemiklerinin de burada bulunması inşa sırasında kullanılmış olabileceği ihtimalini de doğuruyor.

                     Göbeklitepe, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını koruma Kanunu gereğince, Diyarbakır Kültür Varlıklarını koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü'nün 27.09.2005 tarihinde, 422 numaralı kararıyla 1.Derece Arkeolojik Sit Alanı olarak tescillenmiştir. UNESCO tarafından da 15.04.2011 tarihinde Dünya Mirasları Listesi'ne aday gösterilmiştir.

                     Bugün dünya genelinde arkeologların, tarihçilerin ve sanat tarihçilerinin gözü kulağı adeta Göbeklitepe'dedir. Çünkü 12.000 yıllık bu mabet tarihi yeniden yazdıracak seviyededir. Her geçen gün de hayret uyandıran yeni bulgular ortaya çıkmaya devam etmektedir.

                     Özellikle de kazıda çıkarılan taş aletlerin yapımında kullanılan taşların kaynağının Kapadokya, Van Gölü ve Kuzey Anadolu'da olması mabedi daha da gizemli hale getiriyor.

                     Göbeklitepe bugün önemli turizm bölgesi haline de gelmiştir. Sadece Türkiye'den değil, dünyanın birçok yerinden insanların geldiği Göbeklitepe'ye üniversite öğrencileri tarafından da ilgi oldukça yoğun.



                            
                        Göbeklitepe'nin önemini fazlasıyla kavrayan ve hayatını adeta buraya adayan hatta 20 sene da burada çalışma yapmayı planladığını söyleyen kazı başkanı Prof. Dr. Klaus Schmidt, 20 Temmuz 2014 günü 60 yaşındayken Almanya'da hayatını kaybetti. Acaba ondan sonra Göbeklitepe gereken değeri görecek mi?

                         Şanlıurfa'nın Yeni Mahalle, Karahan, Sefer Tepe ve Hamzan Tepe gibi yerlerinde T biçiminde sütunların bulunması, Nevali Çori'de yapılan kazılarda ortaya çıkarılan mimari öğeler Göbeklitepe'ye olan ilgiyi daha da artıracaktır. Nevali Çori ( M.Ö.8000'lere dayanan bir höyük ) kazılarında da T biçiminde sütunlar ortaya çıkarılmıştır. Yine Diyarbakır'ın Ergani ilçesinin Sesverenpınar köyünde yer alan, kazı çalışmaları hala devam etmekte olan Çayönü Höyüğü'nde yuvarlak planlı çukur yapılar ( Göbeklitepe'de görülen yapı tipi ), ızgara planlı yapılar, kanallı yapılar, taş döşemeli yapılar, hücre planlı yapılar ve geniş odalı yapıların mevcut olması burada M.Ö. 8000'lerde ileri bir medeniyetin mevcut olduğu söylenebilir. Bu kadar yakın coğrafyalarda aynı tip mimari öğelerin bulunması ve en erkeninin de 10.000 yıllık olması, dünya tarihini yeniden yazdıracaktır





Çayönü Höyüğü'nde ızgara planlı yapılar


                           Sonuç olarak gerek Göbeklitepe gerekse çevresinde yapılan kazılarda 10.000-12.000 sene öncesine dayanan yapıların bulunması, kalıplaşmış tarih anlayışını yıktığını söyleyebiliriz. 

                           Bu kazıların daha ileriye gitmesi, bulguların artması halinde Mezopotamya medeniyetlerinin ( Sümerler, Babiller, Akadlar, Elamlar, Asurlar, Urartular vs ) geçmişlerini daha ayrıntılı bir şekilde ortaya çıkarabilir ve btılıların tarih tezini yıkabilir. Bu da Batılıların ari ırk tezini ve dünya dillerine yaptıkları gruplandırmayı ( Özellikle Hint-Avrupa dil ailesini ortaya ataran Avrupalılar kendilerini Hindistan'dan göçtüğü kabul ettikleri Mezopotamya medeniyetlerinin torunları olduklarını sanıyorlar ) tamamen kırar. 

                          Batı merkezli tarih anlayışını değiştirecek olan Göbeklitepe, umarız tarihi sürekli kendi amaçları doğrultusunda yazan emperyalist Batılılara karşı gerçekleri saptırmadan tarafsız bir biçimde anlatmada başlangıç olur. Tarih de Batı merkezli yazılmaktan kurtulmuş olur. 



KAYNAKÇA:
-Serap Özdöl, Çanak Çömleksiz Neolitik Çağda Güneydoğu Anadolu'da Din ve Sosyal Yapı.
- urfakultur.gov.tr
-Brian Haughton, http://www.ancient.eu.com/article/234/Göbekli Tepe – The World's First Temple
-31. Kazı Sonuçları Toplantısı
- 32. Kazı Sonuçları Toplantısı
- 33. Kazı Sonuçları Toplantısı
34. Kazı Sonuçları Toplantısı



12 Temmuz 2014 Cumartesi

Gizemli Medeniyetler/Yapılar - Kayıp Kıta Mu (2)

                                  Daha önce Mu kıtası ile ilgili muhtemel izlerden bahsetmiştik. Şimdi de varlığına dair kanıtlara değineceğiz.
                                  Mu kıtası ile ilgilenen araştırmacılar kanıt olarak şunları göstermektedir ; Naakal tabletleri, Meksika (Zümrüt) tabletleri, Troano el yazması, Cortesianus kodeksi, Palenk tapınağı, Lhasa belgesi, Baal yıldızı yazıtı, Popol-Vuh, Uxmal tapınağı, Meksika ( Xochicalo ) piramidi, Akab-Dzib, Timeaus Kritias, Pasifik'teki adalar, su altındaki piramit, Kambay Körfezi'ndeki batık kent.
                             
                                   Naakal tabletleri ; hakkında bir önceki yazıda ayrıntılı biçimde bahsetmiştik. Bu tabletler, James Churchward tarafından deşifre edilip, Mu kıtası hakkında ulaşılan ilk somut belgelerdir. Ancak tabletlerin şuan nerede olduğu bilinmemektedir. ( Daha doğrusu tabletlerin bulunduğu tapınağın yeri bilinmiyor. ) Ortaya çıkması halinde Mu kıtasının varlığının gerçeklenmesinde büyük bir adım atılmış olur.
 
                                   Meksika (Zümrüt) tabletleri ;  Amerikalı arkeolog William Niven tarafından keşfedilip, James Churchward tarafından deşifre edilmiş tabletlerdir. Şuan Mexico City Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir. Naakal tabletleriyle büyük oranda aynı bilgileri içerdiği iddia edilmektedir.

                                   Troano El Yazması ; Yukatan'da ( bazı Maya kentlerinin yer aldığı Meksika'daki yarımada ) bulunan Mayaca yazılmış bir kitaptır. 1864 yılında bilim adamı Abbe Brasseur de Bourbourg tarafından bulunmuştur. Amerika'nın keşfinden sonra İspanyolların çıkardıkları yangınların sonucunda geriye kalan 4 kitaptan biridir.
                                   Kitap 3500 yıllıktır ve 50 sayfadan oluşur. "Mu kıtasından söz eden!" en eski kayıtlar bu kitapta yer almaktadır. Günümüzde İngilitere'de British Museum'da bulunmaktadır.


  Troano El Yazması
                                  
                                 Cortesianus Kodeksi ; mevcut en eski Maya kitaplarından biridir. Troano el yazması ile hemen hemen aynı dönemde yazıldığı tahmin ediliyor. Madrid'teki Amerika Müzesi'nde sergilenmektedir.
                                 Cortesianus kodeksinde yazılanlara göre, oldukça korkunç bir tufan, okyanusta yer alan büyük bir adayı, üzerindeki milyonlarca insanla beraber suya gömmüştür.
                                          
Cortesianus kodeksi

                                Palenk Tapınağı ; çok fazla zarar görmeden günümüze kadar gelmeyi başarmış bir Maya tapınağıdır. Meksika'da yer alır.
                                 Truva antik kentinin kaşifi Schliemann, araştırmaları sonucu, Palenk Tapınağı'nın duvarında deşifre ettiği bir yazıda "6 Kaan yılı Zak ayı 11 Maluk günü başlayan korkunç yer sarsıntısı 13 Şüen'e kadar devam etti. Limon ve Mu kıtaları felakete kurban gitti. Mu ülkesi iki kere kalktıktan sonra bir gece çöktü, üstünü sular kapladı. Toprak birkaç defa havaya kalktı ve oturdu. Felaket 64 milyon insanın ölümüne neden oldu." ifadesi yer alıyor. 

                                            
   Palenk Tapınağı

                               Lhasa Belgesi ; arkeolog Schlieman tarafından Tibet Lhasa'da bulunmuştur. Bu belgede ilginç bir bilgi olarak " Şimdi deniz ve gökyüzünden ibaret olan yere Baal yıldızı düştüğü zaman altından giriş kapıları ve şeffaf mabetleri olan yedi şehir fırtınaya tutulmuş yapraklar gibi sarsılmaya ve savrulmaya başladılar ve yetmedi, saraylardan bir ateş ve duman seli yükseldi. Kalabalıkların acı çığlıkları etrafa yayıldı. Mabetlere ve yüksek yerlere sığındılar ve bilge Mu ayağa kalktı ve onlara şöyle dedi : ' Bütün bunların olacağını önceden haber vermemiş miydim? ' ve kıymetli taşlar ve pırıltılı giysiler içindeki kadın ve erkekler 'Mu kurtar bizi ' diye yalvardılar ve Mu cevap verdi:' Bütün o hizmetkarlarınız ve şatafatlarınızla birlikte öleceksiniz ve sizin küllerinizden yeni uluslar can bulacak. Eğer onlar da üstünlüğün bir şeyler edinmekle değil, vermekle kazanıldığını unuturlarsa, aynı şey onların da başına gelecek.' Alevler ve dumanlar Mu'nun sözlerini yuttu; ülke ve üzerindekiler darmadağın oldu ve diplere doğru çekildiler. Bu ateş cehennemine düşüp 50 milyon kilometre kare alanı kaplayan bir su kütlesi dört taraftan üzerine çöktü. Artık Mu yoktu." yer alıyordu. 

                              Baal Yıldızı Yazıtı ; Mezopotamya'da yapılan arkeolojik kazılarda çıkarılmıştır. Yaklaşık 4.000 yıllıktır. Akad uygarlığına aittir. Şuan Kahire Arkeoloji Müzesi'ndedir. Büyük oranda Lhasa Belgesi ile benzer bilgiler yer almaktadır. "Ölümden kaçanlar mabetlere sığınıyorlar." , " Büyük Mu kurtar bizi." , " Mu karşılık verdi: 'Hepiniz ölüyorsunuz... Eserlerinizle, hazinelerinizle, bütün servet ve samanınızla birlikte mahvolacaksınız.'" , " Şehirler, halklarıyla birlikte yok oldular." gibi. 



                               Popol-Vuh ; bir Maya el yazmasıdır. Mayaların kutsal kitabı olarak  kabul edilmektedir. Binlerce yıllık bir kitaptır. Popol-Vuh'ta büyük bir doğal afetten bahsedilmektedir. Anlatılana göre ; büyük bir rüzgar gelir. Bu çok sıcak bir rüzgardır. İnsanlar, tanrıları tarafından ölüme mahkum edilmiştir ve büyük bir ateş, zehir, taş yağmuru göklerden yağar. İnsanların tırnakları dökülür, derileri soyulur, etleri çürür. Sonra da sıcak rüzgarlar gelir ve hepsini eritir. 

                                   
 Popol-Vuh'ta yer alan bir resim.

                               Uxmal Tapınağı ; eski Maya halkları tarafından inşa edilmiş bir tapınaktır. James Churchward'a göre bu tapınak 11.500 yıldan daha eskidir. Tapınağın bir duvarında şu şekilde bir yazı yer almaktadır :" Bu yapı, Mu'nun batı ülkelerinin Kui ülkesi denen toprakların, kutsal sırlarımızın doğum yerinin anısını korumak için inşa edilmiştir." 

                                          
 Uxmal Tapınağı
  
                              Meksika ( Xochicalco ) Piramidi ; Mexico City'nin 90 km güney batısında yer almaktadır. Churchward, piramidin üst bölümlerini şu şekilde deşifre (tercüme) etmiştir: " Bu piramit Mu'nun ilk yurdu olan batı ülkelerinin ve onunla birlikte yok olan bütün insanların anısını yad etmek üzere kurulmuştur" . Le Plongeon da buradaki bir taş yazıtı benzer şekilde tercüme etmiştir. 


Xochicalco Piramidi

                              Akab-Dzib ; Meksika'da Chichen Itza şehrinde yer alan yapıdır. Bu yapının odalarından birinin kapısındaki tahta plakada "Korkunç Kasvetli Belge" yazmaktadır. Churchward'a göre bu yazı :" Batı ülkelerinin (Mu'nun) depremle temellerinden sarsılışının ve sular tarafından kuşatılmasının bir tasviridir. " ( Yazının hiyeroglif olduğunu unutmayalım. Sembollerle ifade edilen yazı. )

Akab-Dzib

                            Timaeus Kritias ; Platon'un bir kitabıdır. Tarihte Atlantis'ten, ilk kez Platon'un bu kitabında bahsedilmiştir. Kitapta aynı zamanda şu ifade de yer almaktadır. "Mu ülkesinde 10 halk vardı."

                            Pasifik Okyanusu'ndaki Adalar ; Churchward'a göre Mu'nun battıktan sonra su üzerinde kalan kısımlarıdır. Bu adalarda genellikle büyük dağların olduğunu göz önünde bulundurursak, bu adaların zamanında Mu'nun en yüksek tepeleri olmuş olma olasılığı ortaya çıkar.
     
                            Su altındaki piramit ; Japonya'nın Yonaguni adasının açıklarında okyanusun dibinde bulunan bir piramit, Mu kıtasının gerçekten varlığını sorgulatır nitelikte. Piramitlerle ilgili yazımda da belirttiğim gibi, deniz jeoloğu Masaaki Kimura, denizin dibindeki bu kalıntıların en az 8000-5000 yıl öncesine ait olduğunu ortaya atmıştır. 

                         
Denizin dibinde bulunan piramit

                             Kambay Körfezi'ndeki Batık Kent ; Hindistan'ın Kambay Körfezi'nde, suyun 36 metre derinliğinde bulunmaktadır. Deniz bilimcilere göre bu kalıntılar 7.000 ile 9.000 yıllıktır. 

  
                             Günümüze kadar Mu kıtası ile ilgili araştırma yapmış bilim insanı sayısı çok azdır. Genellikle de bu konuda araştırma yapan bilim insanları, bilim dünyasından dışlanmıştır. Mu kıtası gerçekten var mıdır bilemeyiz. Ancak şu var ki Mayalar, Mu kıtasını ve batışını birçok yerde anlatmışlardır.
                             Eğer gerçekten Mu kıtası var olmuşsa ve bir takım felaketler sonucu batmışsa, böylesine büyük bir kıta çok ciddi miktarda su taşırmış olması gerekir. Bu taşan su, Asya ve Amerika'da sel ve tsunami felaketleri oluşturması muhtemeldir. Zamanla bu sel sularının buharlaşması ile sudaki tuz olduğu gibi kalır. Yüksek orandaki bu tuz miktarı bitki örtüsünü yakar, eritir, yok eder ve çölleşme meydana gelir. Bugün Asya'nın doğusunda meşhur büyük Gobi Çölü bulunmaktadır. Amerika'nın batısı da (vahşi batı filmlerinden de hatırlayabileceğimiz gibi )  büyük bir oranda çöldür. Bu, Mu kıtası gerçeği için önemli bir detaydır. 
                            Mu kıtasının çok ileri bir bilimsel düzeye geldikten sonra sulara gömülmesi bir başka olayı çağrıştırmıyor değil. NUH TUFANI ! Çok benzer hikayelere sahipler. İki hikayede de insanlar belli zaman sonra tanrılarının gösterdiği yoldan gitmeyip cezalandırılıyor. Tüm insanlar yaşadıkları yerlerle birlikte sulara gömülüyor. İnsanın "Acaba mı ?" diye sorası geliyor hani. Tabi bu çok büyük bir iddia olur. Ancak, neden olmasın ?


Kaynaklar:
-Kayıp Kıta Mu - James Churchward
-Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2/Köken - Sinan Meydan
-Lemurya ve Atlantis - Shirley Andrews
-Evrende En Büyük Sır - Ara Avedisyan

6 Temmuz 2014 Pazar

Gizemli Medeniyetler/Yapılar - Kayıp Kıta Mu (1)

                                      Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1932 yılında itibaren Türk Tarih Tezi üzerinde çalışmalara başlamıştır. O yıl Triyeste Konsolosluğu görevini yürüten Tahsin Mayatepek Atatürk'e gönderdiği bir raporda Colomb öncesi Amerikan halklarının, özellikle de Mayaların dillerinde çok sayıda Türkçe sözcüğe rastlandığını iddia ediyordu. Bunun üzerine Atatürk, Mayatepek'i Mayalar hakkında araştırmalar yapması için Meksika Büyükelçiliği'ne atamıştır.
                                   
                                          Tahsin Mayatepek ve ailesi

                   
                                     Tahsin Mayatepek, Meksika'da yapmış olduğu araştırmalardan elde ettiği belge, bilgi ve değerlendirmeleri 14 rapor, 3 defter halinde Atatürk'e göndermiştir. Bugün bu raporlardan 6 tanesi kayıptır. ( Raporlar için : http://www.tdkkitaplik.org.tr/gun_dil.asp
                                     Mayatepek, araştırmaları sırasında James Churchward isminde bir yazarın kitaplarıyla karşılaşır. (Kayıp Kıta Mu, Mu'nun çocukları, Mu'nun kutsal sembolleri, Mu'nun kozmik güçleri) 
                                     
                                                    James Churchward


                                      Churchward, 1883 yılında İngiliz ordusuyla Hindistan'da görevliyken bir tapınağa konuk olur. Burada rahip Rishi ile tanışır ve iyi birer dost olurlar. Çalışmlarında Rishi'ye yardımlarda bulunur.
                                      Bir süre sonra rahip Rishi, Churchward'a tapınağın mahseninde bulunan kil tabletlerden bahseder. Churchward da çok merak eder ve uzun ısrarların sonunda Rishi'yi tabletleri çıkarması konusunda ikna eder.
                                       Rahip Rishi, bu tabletlerde kullanılan dilin, insanoğlunun ilk dili olduğunu söyler. James Churchward, tabletlerde kullanılan dili çözmek için 2 yıl uğraşır ve sonunda çözmeyi başarır. Churchward'a göre bu dil Naga-Maya dilidir.
                                       Tabletler günümüzden 15.000 sene önce Hindistan'a gelen Mu rahipleri olan Naakallerce yazılmıştı. Tabletlerde "Mu" isimli bir kıtadan bahsediliyordu. Pasifik Okyanusu'nda yer alan bu kıta, çok ileri bir bilimsel, kültürel vs. düzeye geldikten sonra M.Ö. 12.000'lerde büyük bir felaket sonucu sulara gömülmüştü.
                   

                             James Churchward'ın "Kayıp Kıta Mu" kitabındaki hayali harita. (1927)


                                   Churchward, tapınaktan ayrıldıktan sonra hayatının geri kalanını Mu kıtası hakkında araştırma yapmaya adamıştır. 50 sene boyunca Carolin Adaları, Güney Pasifik'in bütün takım adaları,  Orta Asya, Birmanya (Myanmar), Mısır, Mezopotamya ve Amerika'ya gidip Mu kıtası ile ilgili izler aramıştır. 
                                    Amerikalı arkeolog William Niven 'in Meksika'da yaptığı kazılar sonucu ortaya çıkan tabletler Churchward'ı heyecanlandırmıştır. Churchward, Niven'in Meksika tabletlerini deşifre ettiğinde, Hindistan'daki Naakal tabletlerinde bilgilerin bu tabletlerde de yer aldığını ve örtüştüğünü görmüş. Mu kıtasının varlığına iyice inanmaya başlamıştır. (1921)
                                   Bütün bu tabletlerde yazılanlara göre erken dönem Grek, Kalde, Babil, Sümer, Pers, Uygur ve Maya uygarlıkları Mu kökenlidir. 
                                   Churchward'a göre bugünkü Hawaii, Paskalya Adası, Fiji Adası, Marshall Takım Adaları gibi Mikronezya, Polinezya, Okyanusya, Malezya ve Pasifik Okyanusu'ndaki adalar grubu Mu kıtasının su üzerinde kalan parçalarıdır.
                                  Rahip Rishi, kutsal olarak kabul ettikleri Naakal tabletlerini Churchward tarafından götürülmesine izin vermemiştir. Ancak Niven'in keşfettiği tabletler bugün Mexico City Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir. 


                                            Amerikalı arkeolog William Niven

                 William Niven, Zümrit tabletleri adı da verilen Meksika tabletlerinin bulunduğu yerde.


                             Niven tarafından keşfedilen Zümrüt tabletlerinin bir kısmı.


                                  Tahsin Mayatepek, Churchward'ın bu kitaplarını okuduktan sonra Atatürk'e ilk kez 7. raporda Mu kıtasından ve James Churchward isminden bahsetmiştir. Atatürk de kitapları merak eder ve fiyatını göndererek getirtir. 20 kişilik bir tercüme heyeti kitapların tamamını 8 gün gibi kısa bir  sürede tercüme ederler. Atatürk kitapları büyük ilgiyle okur, üzerilerine notlar alıp işaretler koyar. Hatta Atatürk, Mayetepek'ten Churchward'ı Türkiye'ye gelmesi için ikna etmesini istemiştir. Fakat Churchward çok yaşlandığından Türkiye'ye gelememiştir.
                                  James Churchward dışında Fransız bilim insanı olan Dr. Augustus Le Plongeon ve eşi Alice, 19.yy sonlarında Maya harabelerini incelemek için Meksika'daki Yucatan yarımadasına gitmişlerdir. Le Plongeon, aynı zamanda Maya şehirlerinin ilk kez fotoğraflarını çeken kişidir. 

                         Le Plongeon'un ormanın derinliklerinde keşfettiği Maya heykellerinden biri.

                                  Le Plongeon, araştırma ve incelemeleri sonucunda Sümer, Akad, özellikle de Antik Mısır uygarlığı ile klasik dönem Maya uygarlığı arasında şaşırtıcı benzerlikler bulmuştur. Bu uygarlıkların "ortak kökenli" olduğunu sonucuna varmıştır. Bunun da sonucunda Mayaların bazı atalarının anavatan Mu'dan geldiğini iddia etmiştir. 
                                  Yine bir başka bilim insanı, arkeolog olan, Truva antik kentinin kaşifi Heinrich Schliemann aynı zamanda Atlantis'in izini sürüyordu. Schliemann, özellikle Meksika ve Hindistan'da yaptığı araştırmalar sonunda bulup deşifre ettiği bazı yazıtlarda Mu'nun varlığına yönelik önemli ipuçlarına ulaşmıştır. Schliemann, Troano Elyazması ve Lhasa Belgesi'ne dayanarak Atlantis'in aslında Mu kıtası olduğunu iddia etmiştir.

                                  Atatürk'ün Türk Tarih Tezi'ni oluştururken aklında önemli bir soru vardı. Türkler, Anadolu'ya Orta Asya'dan göç etmiştir ancak Orta Asya'ya nereden gelmişlerdir ? Churchward'ın kitaplarını okuduktan sonra Atatürk çok heyecanlanır. Sorusunun cevabına adım adım yaklaşır. Fakat bu konunun daha somut ispatlara ihtiyacı olduğunu düşünür. Bu konu üzerine araştırmalarını yoğunlaştıran Atatürk malesef Türk Tarih Tezi'ni ispatlayamadan hayata gözlerini yumar.



Kaynaklar :
-Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2 / Köken - Sinan Meydan
-Lemurya ve Atlantis - Shirley Andrews

30 Haziran 2014 Pazartesi

Gizemli Medeniyetler/Yapılar - Büyük Gize Sfenksi

                                Bugün piramitlerin, yüzlerce tapınağın bulunduğu Mısır'da bir gizemli yapı daha var ki, o da Büyük Gize Sfenksi'dir ya da bilinen adıyla Mısır Sfenksi.
                                Sfenks, kafası koç, kuş ve ya insan ; gövdesi ise uzanan bir aslan şeklini alan heykeldir. İlk örneğine Antik Mısır'da rastlanır ki bizim burada ele alacağımız da Mısır'da bulunan Büyük Gize Sfenksi'dir. Bunun dışında Yunan, Hint ve Hititlerde görülen sfenks İslam'da da motif olarak kullanılmış örneği bulunmaktadır.
                             Yunan mitolojisinde yer alan sfenks yıkım ve kötü şans temsil eden benzersiz bir şeytandır.
                             Hitit, Lidya, ve Frigya uygarlıklarında daha çok heykel olarak rastlanır. En ünlüleri ise Alacahöyük kent kapısının iki yanına dikilmiş sfenksler ve Zincirli'de keşfedilen Neo-Hitit sfenksleridir.




                                            Alacahöyük'te bulunan bir Hitit Sfenksi .

                                   Taş üzerine kabarta şeklinde işlenmiş bir Hint Sfenksi.


                                                          Yunan Sfenksi.


                           Porselen üzerine işlenmiş bir sfenks motifi. İslami döneme aittir.


                           Almanya Nordkirchen'da bir binanın girişinde bulunan Sfenks.



                          Büyük Gize Sfenksi, Mısır'ın başkenti Kahire de yer almaktadır. Piramitler ile anı bölgededir.
                          Dünyadaki en büyük tek parça taş heykeldir. 73,5 metre uzunluğunda, 6 metre genişliğinde ve 20 metre yüksekliğindedir.
                         Büyük Gize Sfenksi ilk kez Batı dünyası tarafından fark edildiğinde büyük bir bölümü çölün kumlarıyla kaplanmış durumdaydı. Napolyon Sfenks'i ilk kez gördüğünde anıtın sadece başı ve omuzları kumların üzerindeydi. Uzun yıllar boyunca Sfenks bu şekilde kaldı. 1816-1818 yılları boyunca titiz kazı çalışmalarıyla bedenin büyük bir bölümü kum altından çıkarıldı. Ancak pençeleri ile pençelerinin arasındaki mabedin kum altından çıkarılması farklı zamanlarda gerçekleştirilen sistematik çalışmalarla gerçekleştirildi.


             Napolyon'un kumlar altındaki Sfenks'e bakarken yapılmış yağlı boya tablosu.


                         Ne zaman yapıldığı konusunda bir çok görüş vardır. Dördüncü Hanedan döneminden (M.Ö. 4000-2500) kalma bir tablette Sfenks ile ilgili şu şekilde söz edilir :"Dünya var olduğundan beri en büyük sır burada gizlenmiştir. En büyük sır Sfenks'in sırrıdır." Bilim insanlarının genellikle ortak görüşü firavun Kefren döneminde (M.Ö. 2558-2532) inşa edildiğidir ki firavun Kefren de Dördüncü Hanedan dönemi krallarındandır. Ancak burada bazı kesinlik kazanamayan durumlar vardır. Örneğin; Sfenks'in firavun Kefren zamanında yapıldığını söyleyen bilim insanlarının dayanağı, Sfenks ile Kefren Piramidi'nin aynı hizada olması ve şuan Kahire Müzesi'nde sergilenen, firavun Kefren' ait olduğu sanılan heykelcik ile Sfenks'in başının aynı olması.




                        Burada malesef ortaya çıkan bir sorun var, o da Sfenks'in yaşının tespit edilemiyor olması. Çünkü Sfenks, çöl kumunun altındaki kireçli toprak oyularak yapılmıştır. Fakat başı ve ön bacakları öyle değildir. 
                        Gövde ve arka bacakları sürekli eriyip yok olmaya doğru ilerlemektedir.  Çöl kumunun altındaki kireçli toprak, Akdeniz'in yüksek orandaki tuzlu suyunu emdiğinden, bu tuzlu sudan dolayı erimektedir. Her geçen gün de kabuk dökerek hacim kaybetmektedir.
                        Ön bacakları da Roma İmparatorluğu'nun Mısır'ı fethinden sonra yapılan sağlamlaştırma çalışmalarında uzatılmıştır. Taş bloklardan oluşan bu ön bacakların yeni halinde çok fazla aşınma meydana gelmemiştir. 
                        Geriye kalan mevcut firavun Kefren başı gerçekten de Sfenks yapılırken mi eklendi yoksa sonradan mı eklendi. Çünkü Romalılar ön bacakları sağlamlaştırırken taş blok kullanıyorlar. Yani bacakların eski halinin de kireçli taştan olma ihtimali yüksek. Başın ise kireçli taştan olmadığı biliniyor. Bir bütün olarak kumun altındaki kireçli toprak yapının oyularak Sfenks'in yapıldığını düşünürsek, başın da kireçli taştan olması gerekir. Başın, vücuda göre çok küçük olması bir şüphe uyandırır. Bu kadar görkemli ve büyük bir Sfenks yapanlar neden başı bu kadar küçük tutuyorlar ? 
                       Kefren döneminde, babası Keops için büyük bir piramit yapılıyordu ve bu piramidin yapımı 14-20 yıl arası sürdüğü biliniyor. Eğer gerçekten Sfenks'in firavun Kefren döneminde yapıldığını düşünecek olursak, piramidin yapımından arta kalan yıllarda da Sfenks'in yapımı için uğraşılmıştır. O halde bu kadar insan günlük hayatın gereksinimi olan tarım vs. gibi işleri ne zaman yaptılar ? Bu iki yapının aynı firavun döneminde yapılması çok zor ihtimaldir çünkü Kefren 24-26 yıl arası tahtta kalmıştır.
                      Dördüncü Hanedan döneminde rastlanan tablette Sfenks'ten bahsedilmiş olması, onun tabletin yazıldığı tarihten önce var olduğunu ortaya koyar. Bazı bilim insanlarına göre ilk yapıldığında Sfenks'in başı büyük bir aslan başıydı. Gerçekleşen bir doğal felaket sonucu bu aslan başı düşmüş olabilir.Eğer gerçekten öyleyse Kefren tahta çıktıktan sonra kendi başını koydurmuş olabilir. 



            Bacakları, Romalılar döneminde sağlamlaştırıldığı ve yeni taş bloklar eklendiği için, vücuduna göre çok uzundur.


                         Sfenks'in bacakları arasında dev bir taş yazıt vardır. Burası tapınak olarak kullanılmıştır. Kimi bilim insanına göre bu taşın arkasında bir geçit vardır. Bu geçit de Sfenks'in altındaki odalara gitmektedir.  Odalarda ise piramitlerin nasıl yapıldığını anlatan ve daha bir çok bilimsel bilgi içeren parşömenler bulunmaktadır. Bu bilgiler de Mısırlılara Atlantisliler tarafından getirilmiştir. 
                         Büyük Gize Sfenks'i hakkında araştırma  yapan Schvvaller de Lubicz ve J.A. West, Sfenks'in su erozyonuna uğradığını düşünmektedir. J.A. West, Serpent in the Sky isimli kitabında şu görüşlerine yer vermiştir:
                         "Prensip olarak Sfenks'in su erozyonuna maruz kaldığına itiraz etmek mümkün değildir. Eski Mısır'ın köklü iklim değişiklerine ve su ile ilgili dönemsel  felaketlere maruz kaldığı ispatlanmıştır. Bugünkü kronolojik hesaplamalara göre Mısır'da meydana gelen en son su baskını M.Ö. 10.000'lerde gerçekleşmiştir.
                          Sonuçta şunu düşünebiliriz. Eğer su tarafından tahrip edilmişse, bu erozyona sebebiyet veren tufan ya da tufanlar öncesinde Sfenks'in yapılmış olması gerekir."
                         Buradan şu sonucu çıkarabiliriz. Eğer Atlantis efsanesi gerçek ise, Atlantis'in yok olduğu tufan ile Sfenks'in tahrip edildiği tufan aynı tarihte gerçekleşmiş olabilir.

                         Bazı ezoterik bilgilere göre ünlü filozof Platon Mısır'a geldiği zaman, Mısırlı rahipler ona bazı eski belgeler gösterdiler. Bir zamanlar Atlantis'te bulunan üstü düz bir piramitten söz etmişlerdir. Rahipler, Atlantis'teki o piramidin bir benzerinin de Mısır'da yapılmış olduğunu ve üzerine Sfenks'in yerleştirilmiş olduğunu gizli bilgi olarak aktarmışlardır. Atlantisliler Sfenks'i kendi ana yurtlarının bir göstergesi, bir anısı olarak inşa etmişlerdir. ( Ünlü Atlantis kıtası )

24 Haziran 2014 Salı

Gizemli Medeniyetler/Yapılar - Paskalya Heykelleri

                        Antik medeniyetler, gerek taşlara çizdikleri resimlerle, gerek yaptıkları heykellerle, gerekse inşa ettikleri yapılarla insanlığa önemli eserler kazandırmışlardır.
                       Bu eserler genellikle dini, sanatsal, mimari açıdan büyük önem taşır. Fakat bugün öyle yapılar, heykeller var ki, hala hangi amaç doğrultusunda yapıldıkları çokça bilim insanı tarafından uzlaşılamayan bir konu haline gelmiştir.
                       Dünyanın en doğusundaki nokta olarak kabul edilen Paskalya Adası'nın kuzeyinde yer alan heykeller bir çok bilim insanı tarafından merak konusu haline gelmiştir. Tahminen M.S. 1100-1600 yılları arasında inşa edildikleri düşünülüyor. Bazılarının 50 ton ağırlığa, bazılarının 33 metre yüksekliğe sahip olan heykellerden 638 tanesi numaralandırılıp kategorize edilmiştir. Sayılarının 1000'in üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Bunların kimi hala ayakta bulunmasına karşın kimi de yıkılmış vaziyettedir.
                      Bu gizemli anıtlar sertleşmiş volkanik küllerden yapılmış ve normalden çok daha uzun insan başlarıyla, sivri çeneleriyle, iki kollarıyla kısa bir vücutları vardır.
                   




                    Hollandalı kaşif Jakop Roggeveen adayı keşfettiğinde 1722 yılının Paskalya'sıydı. Bu yüzden adaya bu isim verildi. Roggeveen adada heykelleri gördüğünde hala sapa sağlamdılar. İngiliz kaşif ve haritacı Kaptan James Cook 1774'te adaya gittiğinde heykellerin çoğunun yerinde olduğunu gördü.
  
                  Burada en büyük sır, ada halkının bu devasa heykelleri nasıl taşıyıp şuan bulundukları yerlere yerleştirdikleridir. Dil bilimsel verilerden yola çıkıldığında, Paskalya'ya insanlar ilk kez M.Ö. 2000'lerde Güneydoğu Asya'dan başlayan göçlere gelmişlerdir. Yapılan DNA araştırmalarında, buraya Güney Amerikalıların yerleşmiş olmaları imkansız. ( O dönemde Güney Amerika'nın ileri bir uygarlığı olan İnkalar'dan Paskalya'ya herhangi bir göç olmadığı anlaşılıyor.) Bu kadar küçük, fazla göç almayan ve en yakın yerleşim yerine bile 2250 km uzaklıkta olan ( Pitcairn Adası ) Paskalya Adası'nın halkı bu heykelleri yapmasının amacı neydi ve nasıl yaptılar ? Güneydoğu Asya'dan M.Ö. 2000'lerde göçlerin başladığını düşünecek olursak ( ki Asya'da bu tip heykellere bugüne kadar rastlanmamıştır. ), bu heykellerin ne amaçla yapıldığını çözmek hayli güçtür. 
               
                 







                   Burada saptanamayan bir başka sır da Moai ismi verilen bu heykellerin üzerinde bazı yazıların olması. Bu yazı Rongorongo diye adlandırılan yazı türüdür ve henüz çözülmüş değildir. Honolulu (Hawaii'nin başkenti), Santiago ve Avrupa'nın çeşitleri yerlerinde Rongorongo yazısıyla yazılmış 25 tablet bulunmuştur. Bugün Paskalya Adası'nın yerlileri olan Rapa Nuiler bu dili okuyamıyorlar. O zaman bu heykelleri kimler yaptı ? ( Rongorongo, bazı dil bilimciler tarafından Rapa Nui diline akraba olan bir Polinezya dili olduğu söylense de hala tam olarak ispatlanmış değildir. )

                                      Rongorongo diliyle yazılmış bazı tabletler :






                 
                    Kaliforniya Üniversitesi'nden Jo Anne Van Tilburg, adada 15 yıldan fazla araştırma yapmıştır. Mevcut insan gücü, materyaller, kaya tipi ve en kolay taşıma yolları hakkında veriler içeren bilgisayar similasyonu kullanan Van Tilburg, heykelleri nasıl taşındığı konusunda inandırıcı bir hipotez oluşturdu. Buna göre, heykeller önce tahta bir kızağa sırt üstü yatırılıp, tahtadan yapılmış kano şeklinde bir merdiven üzerine hareket ettirildi. Tören alanına gelindiğindeyse kızaklar yardımıyla dik konuma getirdiler. 1999 yılında Van Tilburg, 73 kişilik bir ekiple kuramını test etti bu metodun heykellerin taşınması ve yerleştirilmesi ile ilgili en mantıklı öneri olduğu görüldü.*

                    Adanın yerlilerince çok büyük önem arz eden bu heykellerden dolayı 80'li yıllarda Paskalya Adası'nın tamamı Şili hükümeti tarafından tarihi alan ilan edilmiştir. ( Paskalya Adası, 1888 yılından beri Şili Devleti toprağıdır. ) 1995 yılında da UNESCO tarafından Rapa Nui Ulusal Parkı Dünya Mirası Listesi'ne alınmıştır. 
             
                   Kimi "fantastik" bilim insanına göre Stonehenge, Mısır piramitleri ve Paskalya heykelleri uzaylılar tarafından yapılmıştır ! O dönemlerde yaşayan insanların bu tür yapıları yapamayacağı, bilimden tamamen uzak olduğunu düşünmek, kör cahilmiş gibi göstermeye çalışmak çok büyük yanlıştır. Olaya direkt olarak bunları ancak ve ancak uzaylılar yapmıştır diyerek girmek ve bu yönde ispatlar arayışı içinde olmak bilimin tarafsızlık ilkesine aykırıdır. Senelerden beri anlatılan taş devri insanı modeli medeniyetten uzak, sadece avlanan, mağarada yaşayan başka da hiç bir şey yapmayan, tıraş olmadıkları için saçı sakalı birbirine karışmış pislik içinde maymuna benzeyen bir insan tipidir. Bundan binlerce sene önce insanlığın yapabilecekleri arasında böylesine mühendislik harikası yapıların olduğu, bilimle ilgilendiğini bir türlü düşünmek istemeyen sadece kendisini kandırır. O dönemlerde yaşayan insanlar da gayet ileri medeniyetler kurmuşlardır. Bunu sadece kendilerine itiraf etmek istemiyorlar. Araştırılması gereken konu bu yapıların nasıl yapılmış olduğudur. Bunun elbet mantıklı ve bilimsel bir cevabı vardır ancak şuana kadar ne yazık ki bulunamamıştır. 


(*) - Gizlenen Tarih - Brian Haughton